2 Aralık 2011 Cuma

23. ULUSLARARASI İSTANBUL KISA FİLM FESTİVALİ

Geçen hafta biz İstanbullular için deyim yerindeyse film festivali furyası yaşandı. Bkz. mutluluk:) 7. İstanbul Animasyon Festivalinden tutun da bu sene 10. Yılını kutlayan Pera Fest’e kadar birçok film festivali, İstanbullu sinemaseverlere birbirinden farklı event, söyleşi, film gösterimleri gibi alternatifler sundu.  Uzun zamandır sabırsızlıkla beklediğim bu nadide festivallerin bir diğeri olan 23. Uluslararası Kısa Film Festivali ise 23-30 Kasım tarihleri arasında Fransız Kültür Merkezi, Alman Kültür Merkezi ve Hollanda Şapeli gibi mekanlarda ziyaretçilerine kapısını açtı. Birbirinden oldukça ayrıksı duran, geniş skalasını farklı ülke yapımlarına odaklayan bu festival bünyesinde kısa metrajlı filmlere resmen doyduk :)

Bu yılki festival afişi

Festivalin 23 Kasım’da başlamasına karşın olay mahalline ancak festivalin üçüncü günü teşrif edebildim:) Daha önceden birçok kez bin bir sebeple Fransız Kültür Merkezi’ne gitmiştim. Açıkçası içgüdülerim bugün de festival için en keyifli mekanın orası olacağına karar vermişti. Hem izlemek istediğim çoğu filmin gösterimi orada yapılacaktı hem de Fransız Kültür Merkezi’nin küçük ama şirin ve daha samimi gelen sinema salonunda (özellikle kışın:)) rahat rahat festivalin tadını çıkaracaktım. Nitekim öyle de oldu. Yaklaşık 8 kısa filmi arka arkaya izleyerek kendimi pek bir şımarttım.  Merakla beklediğim Phone Connection, The Icefisher, Shadowline, 5150 Hold gibi yapımlar o günkü program içerisinde beni en fazla heyecanlandıran filmlerdi herhalde. Özellikle The Icefisher‘ın kısa film konsepti öyle tatlı ve gerçekçi ki masalsı dokunuşun altında fazlasıyla ağlak kaçan realizmi insanın yüzüne çarpıyor adeta. Küçük Jonas karakteri öyle sevimli kadraja alınmış ki insanın kocaman ekranın ardından yanaklarını mıncıklayası, karlar arasında yuvarlanıp ‘ Wo bist du?’ demesine gerek kalmadan yalnızca onun için ‘pisi balığını’ yakalayası geliyor. Çok çok sevdim. Mutlaka izlenmeli!
İşte izlemiş olduğum filmlerden bazılarına değinmek adına birkaç dolmakalem çiziği :)

The Boat: Animasyon olan bu film kısanın da kısası bir süreye sahip olduğu için biraz muğlak bir yapıya sahip. İranlı genç yönetmen Samere Alavi’nin bizzat kendisinin küçük söyleşi esnasında açıkladığı gibi ‘Hayatımızda artık ya da küçük parçalar olarak gördüğümüz şeylerin aslında yeni bir başlangıç olabileceğini gözler önüne sermek’ amacıyla eski çivileri, tahta parçalarını kullanarak yeni bir bot yapan adamın arkasına bakmadan yeni ufuklara yelken açmasının hikâyesi bu. Geçmiş ve gelecek arasındaki bugün, şu an ve şimdiki zaman. Peki, her zaman bu cesareti bulabilir mi insanoğlu? Kuşkuluyum :) Yine de biraz çekingen belki de biraz heyecanlı Samere Alaviyi oldukça şirin buldum. Belki de Café Français’de karşılıklı masalarda otururken birbirimize tebessüm etmemiz pozitif ön yargıyı tetiklemiştir hehe. Filmi pek sevemedim ama o ayrı.
The Icefisher'daki cici Jonas:)
The Icefisher: 25 Kasım’da gösterilen program içerisinde beni en çok mutlu eden kısacık kesinlikle The Icefisher’dı. Jonas adlı dünyalar tatlısı küçücük bir çocuk boşanmak üzere olan anne ve babasının arasında oradan oraya sürüklenir, kendi içinde üzüntüsünü büyütür ve ‘Balıkçı ve Karısı’ masalına çocuk saflığıyla aldanır, ailesini yeniden bir araya getirmenin çözüm yolunun masaldaki pisi balığını bulmaktan geçtiğini hayal dünyasında kurgular. Fakat hayat dediğimiz saçma düzen, küçük bir çocuğun naifliğini hiçe sayarak Jonas’ın arzusunu teğet geçer. Buz kütlesi üzerinde derin bir uykuya dalar ve belki de ‘Goodbye Cruel World’ü bir kez bile dinleyemeden, hiçbir şeyin farkında ol(a)madan kısacık ömrünü feda ederek şarkının içine nüfuz eder.

Phone Connection: Yol ortasında uyuşturucu bağımlısı izlenimi veren küçük bir çocuk çevredeki apartmanlarda oturan birkaç insanı ‘yalnızca imajıyla’ rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığı, güvende hissetmemeyi ve belki de korkuyu çözümlemek adına bu insanlar polisi ararlar. Replikler, şikâyette bulunanlarla polis arasındaki lokasyon problemi üzerine odaklanmıştır. Sonunda her şey yerli yerine oturur fakat imajından rahatsız oldukları küçük çocuğun kapüşonu içerisine gizlenip alt tarafı bir futbol maçı izlediğini kimse tahayyül edememiştir. Filmin ilerleyişi oldukça seri ve zekice olduğu için en son kısmında ‘Hiçbir şey göründüğü gibi değildir aslında ya’ geyiğinin üzerine hışımla zıplanması muhtemel :)

Paths of Hate ve Invitation filmleri için öznel bir zamanlama hatam vardı sanırım. Zira şu sıralar Anne Frank’ın Hatıra Defteri adlı kitabı okuyorum ve içim dışım savaşın getirdiği acılarla, psikolojik bunalımlarla, savaşa dair aklınıza gelebilecek her türlü pesimist düşüncelerle doldu taştı. Gerçi bu kitap hardcore bir bakış açısını zank diye insanın gözüne sokmuyor. Yine de savaşa dair her şeyden baydığım için yukarıda bahsi geçen savaş içerikli filmler beni pek açmadı açıkçası. Buna rağmen Paths of Hate’in 7. İstanbul Animasyon Festivali’nde de gösteriminin yapıldığını not düşmekte fayda var. 5150 Hold filminde ise ‘Haute Tension’ vari karakter paslaşmalarını çok sevdim. Özellikle gerginlikten fazlasıyla nasibini alan atışmaların Fransızca dile getirilmiş olması filmden bağımsız olarak sevdiğim bir durum. ‘Ay Fransızca da çok kibar bir lisan gerçekten şekerim' gibi genel kanının aksine bu dilin argo formatlarda kullanılması cidden hoşuma gidiyor :)
Ne şanslıyız ki kış dönemi boyunca daha birçok film keşfetmeye devam edeceğiz. Bunlardan en yakın tarihlisi 2-5 Aralık’ta gerçekleştirilecek 2. Uluslararası Barikat Film Festivali ve 16-22 Aralık tarihleri arasında takipçileriyle yeniden buluşacak olan 14. Randevu İstanbul Film Festivali. Festivallerin içeriği adına linkleri de vereyim. Yepyeni hayatlarla birbiri ardına tanışmaya devam ediyoruz, ne şirin:)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder