21 Nisan 2016 Perşembe

AŞİNA OLMADIĞINIZ CİNSTEN BİR ROMANTİZMİ KALBİNİZDE BULDUĞUNUZ, YÜREĞİNİZDEKİ DİKEN GİBİ BİR ŞEHİR: VENEDİK!

Bir edebiyat akımı dışında da tutum olarak romantizmi benimseme yetisi olmayanları dahi romantizmin kollarına itiverecek olan, zaman zaman sularla çevrili kanallar arasında mahsur ve kapana kıstırılmış gibi hissetmenize yol açabilecek, yine de eşsizlik hissiyatını bünyenize yaşatabilecek güzelliklere sahip, Thomas Mann’ın kutsal bir mersiye tadındaki Venedik’te Ölüm’ü uğruna atfettiği bir şehir Venedik. Turistik destinasyon açısından popülerliğini her daim korumuş olan bu nadide şehri keşfetmeden İtalya sınırlarından çıkmak şüphesiz büyük bir kayıp olacaktır.

İtalya’nın kuzey doğusunda konumlanan bu eşi benzeri olmayan şehir, kanallarla birbirinden ayrılmış ve zenginlik konusunda dünyanın birçok şehriyle yarışabilecek nitelikteki çeşitli köprülerle birbirine bağlanarak karadan uzak olma mefhumunu insana yaşatma konusunda fazlasıyla cüretkar bir tavır sergiliyor. 118 adacık üzerine kurulu bu şehir, Unesco’nun Dünya Miras Listesi’nde yer almaktan da geri kalmıyor.
Fazla destansı oldu değil mi? :)


Venedik topraklarına ayak basmak için kullanabileceğiniz en sağlıklı yöntemlerden biri Trenitalia ile yapacağınız yolculuk olacaktır. Zira havaalanında yaşama lüksüne sahip olmadığınız duyguları hem daha nostaljik bir şekilde trenle yaşama zevkine varabilir hem de karşınıza ilk çıkan sahnenin etkileyiciliğinde kendinizi kaybedebilirsiniz. Karşılaştığınız bu ilk görüntü Santa Lucia Tren İstasyonu’na ayak basar basmaz gün batımıyla da karşılaşma ihtimaliniz varsa tatlı bir hissiyata varan heyecana doğru raks etmeye başladığınızın resmi oluyor. Vaporetto’ların kulağınıza şehrin ritmini fısıldayan sesleri, kalabalığın bir an önce keşfe çıkmak için yüzlerinde beliren tatlı telaşı içinizi kaplayıveriyor o anda. Vaporetto’larla seyahat edebileceğiniz gerçeğinin en güzel yanı şehrin herhangi bir noktasına bu vaporetto’lar sayesinde dilediğiniz şekilde gidebiliyor olmanız ve bu esnada da yaşadığınız güzelliğin tadını rahatça çıkarabiliyor olmanız.

Zahmetli yanı ise bu minik vapurcukların bütün bu duraklar arasında tam bir zikzak anlayışıyla duruyor olması. Bir noktadan sonra artık her yer tanıdık gelmeye başladığı için canınız bir tık sıkılabiliyor. Yine de taksiler oldukça fahiş fiyatlarda olduğu için bu vaporetto’lar daha makul bir seçim teşkil etmekle birlikte diğer turistlerle de tanışmak için güzel bir fırsata dönüşüveriyor. Ama ben kalantor insanım ve öyle lüksümden falan da ödün veremem diyenlerdenseniz alışılagelenlerden bir hayli farklı olan bu taksilerden de faydalanabilirsiniz. Floransa’nın içi bayık aurasından çıkan bizler için Venedik’in ilk görünümü ilaç gibi gelmişti resmen :)

Konu para mevzuundan açılmışken Venedik konumu dolayısıyla ve ulaşımın zahmetli olması nedeniyle diğer Avrupa kentlerindeki gibi çok fazla hostele ev sahipliği yapmıyor. Bunun yerine çoğunlukla tercih edilen otellerin yanı sıra kanallara yakın mesafede inşa edilmiş yapılarda konaklamak da bir seçenek olabiliyor. Daha farklı bir deneyim yaşamak isterseniz yatta kalma seçeneğini gibi alternatifler de karşınıza çıkabiliyor. Hem maddi kaygılardan ötürü hem de farklı ülkelerden gelen insanlarda tanışmanın verdiği cezbedici anlayış nedeniyle kardeşim (Seda) ve ben tercihimizi hostelden yana kullandık. Sunny Terrace adlı bu hostel şehir merkezine biraz uzak bir konumda yer almakla birlikte Venedik’te bulunduğumuz tarihlerde resmen hayalet hostel tadındaydı.
Her şeyin creepy gelmesi bizi biraz rahatsız etse de adının hakkını verircesine şehrin bulunduğu kısmı ayaklarınızın altına seren şahane bir manzarası vardı. Hatta bu tip yapılarda kalmayı tercih ederseniz alışverişinizi yapıp küçük çaplı bir barbekü partisi bile yapabilme olanağınız olabiliyor. Bizzat gördük ondan diyorum :) Konaklama ile ilgili ve genel olarak en dikkat çekici olumsuz nokta ise ciddi anlamda sivrisinek saldırısına maruz kalabilme şansınızın çok yüksek olması. Gitmeden sivrisinek savarvari bir spreyin alınması yapılacak en akıllıca hareket olacaktır. Zira bu durum Milano gibi ülkenin diğer şehirlerinde de baş gösterebiliyor.

Floransa, Milano ve Roma gibi İtalya’nın en fazla rağbet gören şehirlerini gezmiş biri olarak gastronomik anlamda sizi çok farklı şeylerin beklediğini vadedemem. Adım başı karşılaşma ihtimalinizin olasılık bilimini dahi küstürecek cinsten olan Ristorante Pizzeria’ların varlığı kilo almama lüksünüzün olmadığının birer kanıtı gibi adeta. Aloe vera gibi sıra dışı aromalarla kotarılan dondurmalardan tutun da daha klasik tatlar olan limon, çilek, fıstık aromalı gelato’larla hasbıhal etmenin özellikle yaz aylarında seyahat programını gerçekleştiren kişiler için faydalı olacağını düşünüyorum.
Özellikle zamanınız kısıtlıysa ve gerçekten memnuniyet duyarak ayrılmak istediğiniz bir restorana ihtiyacınız varsa lokasyon açısından pek merkezi olmasa da Trattoria ai Cacciatori adlı restoranı sizlere önermek isterim. Zaten St. Marco’da muhakkak bir şeyler tadacağınız için kendinizi turistten ziyade gezgin olarak hissetmenizi sağlayabilecek duraklardan biri burası. Giudecca adasında konumlanan, vaporetto’ları kullanmak suretiyle Palanca durağında indiğinizde hemen sizi karşılayan ve kalabalıklardan uzak inzivaya çekilebileceğiniz bu restoran, inanılmaz güler yüzlü ve yardımcı olduklarını düşündüğüm personelleri bünyesinde bulunduran, inanılmaz lezzetli makarnalar (özellikle ev yapımı kalın hamurlu makarnaları tercih ederseniz gastronomik bir orgazma ulaşabilirsiniz) ve lazanyalar yapan saklı bir cennet gibi. Hilton’a çok yakın mesafede olduğu için olur da o bölgede kalırsanız aklınızda bulunsun.
Şarapseverler için en doğru seçim olan ülkelerden biri olan İtalya’nın diğer birçok kentinde olduğu gibi restoranların ev sahipliğini yaptığı kırmızı, beyaz ve blush gibi envai şarabın mevcudiyeti Venedik’teki restoranlarda da kendine yer buluyor. Biz tercihimizi blush’tan yana kullandık ve o kadar leziz bir şarabı İtalya sınırları içerisinde bir daha tadamadık maalesef. Adını hatırlayamamam ise büyük handikap. Hatta biraz dedikodu yapalım mı? :) Enfes yemeğimizi yerken yan masadaki bir çiftin gözlerini süze süze bariz bir şekilde dedikodumuzu yapması da baya salakçaydı. İtalyanca konuşmalarına rağmen vücut dillerinden bunu çok rahat anlayabiliyorduk. İnsanlar tuhaf gerçekten :)
Fakat garsonlar çok ilgililerdi ne yalan söyleyeyim. Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde baya şaşırdılar ve gözlemlediğimize göre bize bir tık daha fazla ilgi gösterdiler. Bir turist olarak bunu size hissettirebilmeleri önemli gerçekten. Bunun yanı sıra Venedikli işletmecilerin eli yüzü düzgün, ortalama herhangi bir restorana girdiğinizde yemek sonrası mutlaka likör ikramında bulunmak gibi bir gelenekleri mevcut. Özellikle çok popüler olan limoncello, mirto gibi likörleri tatmadan ülkeye dönüş yapmanız neredeyse imkansız gibi. Zaten bu restoran bazında konuşacak olursak İtalya seyahatimiz süresince en kibar garsonlarla burada karşılaştık diyebilirim çünkü İtalyan insanı olabildiğince kaba. Bize denk gelenlerin %95’i de böyleydi gerçekten. Mübalağa etmiyorum. Her neyse. Bu likörlerin yanı sıra amaro ve amaretto gibi likörler de turistler tarafından en çok rağbet edilen alkoller arasında yerlerini alıyor. Alkolden söz açılmışken Aperol Aperitivo’yu bu listeye eklemesek olmaz. Adı üzerinde aperatif alkol niteliğinde olan bu alkol, yemek öncesi iştahı kabartması açısından en çok tercih edilen içecekler arasında kendine yer bulmakta zorluk çekmiyor. Ama bana sorarsanız çok da bayıldığım bir şey değil normalde de. Herhangi bir restoranda 2 kişilik doyurucu bir yemek yemeniz için ödemeniz gereken bedel genellikle kişi başı 25-30 Euro civarında oluyor. Lüks parametrenize göre değişkenlik gösterebilecek bu meblağ, diğer ülkelere nazaran popülaritenin de vermiş olduğu yetkiye dayanarak nispeten daha fahiş olabiliyor. Cafe ve restoranlar söz konusu olduğunda ilk akla gelen, St. Marco’nun en önemli sembollerinden biri olan Café Florian, sırf etkileyici kıyafetleriyle sizlere hizmet eden garsonları yüzünden bile görülüp bir espresso içmeye değecek cinsten bir yer. Fiyatlar Venedik’in genelinde olduğu gibi pek cüzi miktarda değil açıkçası. Yine de oraya kadar gitmişken bir kahve içip soluklanıp "oh, dünya varmış" demeden geri dönmek pek akıl karı olmayacaktır.

Turistik hareketlere girişmek istiyorsanız soluklanacağınız ilk durak kesinlikle Piazza San Marco (San Marco Meydanı) olmalı. San Marco Bazilikası, Sansavino Kütüphanesi, her Avrupa kentinin olmazsa olmazı Saat Kulesi gibi en fazla rağbet gören tarihi yapıları görebilme şansınız olacaktır. Ve yine çok da uzak bir mesafede konumlanmayan Venedik’in belki de en ünlü köprüsü olan Ponte di Rialto’yu (Rialto Köprüsü) da yine çok ciddi bir zaman harcamaksızın görme ve deneyimleme olanağınız olacaktır. Şanssız olmalıyız ki mevzu bahis bu köprü İtalya seyahatimiz esnasında da birçok kez karşılaştığımız restorasyon sorunundan nasibini almıştı. Hevesimiz birazcık kırılsa da Venedik tam bir köprüler geçidi olduğu için bu sorun üzerinde pek durmadık. Adım başı köprüye rastlamanız işten bile değil zira.

Venedik’in en büyük kilit noktası olan köprülere değinmişken Ponte dei Sospiri’den yani Ahlar Köprüsü’nden bahsetmesek olmaz. Eski esirlerin idam edilmeden ya da mahkûm edilmeden önce gördükleri en son manzara olma özelliğini taşıyan bu köprünün mimari yapısı söz konusu esirlerin yaşadığı hissiyatla bir nebze olsun bağ kurabilmenizi sağlıyor gerçekten. Köprünün Lord Byron tarafından verilen mevcut adındaki iç çekme, ah etme gibi anlamlara gelen "sospiri" ifadesinin ne kadar da manidar olduğunu anlayabiliyorsunuz. Hatta Venedik’te Ölüm daha çok sanatçı buhranlarının kompleks çıkmazını yansıtsa da bana kitaptan bazı cümleleri tam da köprünün üzerindeyken hatırlattı. Hep bir olmamışlığı, sıkıntılı halet-i ruhiyeyi kafanıza balyoz gibi indiren cinsten bir etkiye sahip bu yapı.

Fakat insan kalabalığı, güneşli bir gün bu hislerden hemen kurtulmanızı sağlıyor. Yaygın inanışa göre de sevgililerin gün batımı esnasında köprünün altında öpüşmeleri sonsuza kadar birlikte olacaklarına rivayet ediliyor. Ne kadar doğru olup olmadığını yaşayıp görmek lazım fakat romantizmden daha ziyade bana burukluk hissiyatını yaşattı çoğu zaman Venedik.

Venedik’e kadar gelmişken gondol sefası yapmadan dönmeden olmaz deyip şehrin birçok noktasından hizmet veren gondollardan birine atıverdik kendimizi. Yine Rialto Köprüsü’ne oldukça yakın bir kısımdan startını verdiğimiz tur için 80 Euro ödedik. Ve öğrendiğimize göre en fazla 5 kişilik gruplar halinde yine aynı fiyat karşılığında yarım saat süresince bu turları gerçekleştirebiliyorsunuz. Fakat ben daha fazla zevk alınabileceği kanısına vardığımdan en fazla ikişerli gruplar halinde bu deneyimi yaşamanızı tavsiye ederim. Sevgilisiyle gidenler için biçilmiş kaftan olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. Şehrin kalabalığından bir anlık da olsa uzaklaşıp daha net bir şekilde Venedik’le kendinizi bütünleştirme şansı veriyor bu gondol turları.
Hatta diğer gondollarda bulunan insanlarla karşılaştıkça minik sohbetler yapma ve şansınız yaver giderse güler yüzlü bir gondolcu beyefendiye denk gelirseniz gülmekten karnınıza ağrılar girerek bu hoş turu sonlandırabilirsiniz. Bahsi geçen bu gondolcu beyefendiler aynı zamanda önünden geçtiğiniz yapılar hakkında küçük bilgiler de vermekten geri kalmıyor. Bize baya kafa bir gondolcu arkadaş denk geldi aslında. Hatta kendilerine bu işi yaparken "barcarolle" haricinde özellikle söyledikleri bir şarkıları olup olmadığını sorduğumda tam bir Avrupalı statikliğiyle onun için şu kadar ödeme yapmanız gerekiyor minvalinde açıklamalar yaptı.
Gondol turu fazla turistik bir aktivite olsa da Venedik’te yapılacaklar listesine kesinlikle eklenmeli! Ama siz ödemeyi yaptıktan sonra anında Ciao, Ciao diyebilirler hadi artık gidin diye. Bizim buradaki şark kurnazlığının Avrupa versiyonu. Ona takılmayın pek :) Bir de muhakkak pazarlık yapmayı deneyin. O konuda biraz boşluğumuza denk geldi bizim. Artık bir dahakine :)

Venedik söz konusu olduğunda envai çeşit, olağanüstü tasarımlı, rengârenk, cıvıl cıvıl maskelerden bahsetmemek olmaz. Aralarında uçurum olduğunu fark etmekte pek de zorlanmayacağınız fiyat aralığında bulunan bu maskeler, hem anı mahiyetinde satın almak isteyeceğiniz hem de daha artistik amaçlara hizmet etmesini isteyebileceğiniz cinsten versiyonlarıyla birlikte ciddi bir seçenek sunuyor. Ama etiketteki ibarelere dikkat etmekte fayda var. Çünkü çok ucuz maliyetli ürünün "Made in China" ibaresi taşıması muhtemel. 3 Euro ila 1000 Euro arasında değişen fiyatlarda bulabileceğiniz bu maskeleri zamanlama konusunda bir sorununuz olmaması halinde Venedik Karnavalı’nda kullanarak arz-ı endam edebilirsiniz. Bu meşhur maskeleri uygun kıyafetlerle kombin edip insanların dikkatini çekmek isteyen birçok sokak sanatçısıyla da özellikle St. Marco meydanında karşılaşabilirsiniz.

Vatikan’ın dominant etkisini İtalya’nın tıpkı diğer şehirlerinde olduğu gibi Venedik sokaklarında da görebiliyorsunuz. Kilise ve katedral gibi mabetlere girebilmeniz için "dress code" kurallarına uymak zorunda kalabiliyorsunuz. Konservatif bir Hıristiyan’la es kaza karşılaşırsanız fazlasıyla katı olabileceğini göz önünde bulundurmanızda fayda var. Biz mesela böyle bir tiple karşılaştık. Bu yüzden konservatif insanları gerçekten sevmediğimi bir kez daha fark ettim. Ve yobazlığın hiçbir şekilde kültürü ya da dini olmadığına bu vesileyle bir kez daha kanaat getirdim. Bence insanlar mabet yerlerine (her dine özgü olanlardan bahsediyorum elbette) çok da abartmadıkları sürece diledikleri kıyafetlerle girebilmeliler.
Bunu saygısızlık olarak addeden kafayı gerçekten anlamsız buluyorum. Sadece mimari kaygılarla da insanlar katedralleri, camileri, kiliseleri ziyaret edebilmeliler. Kimseden nüdizmin neferi olmasını beklemiyorum ama bu kadar katı ve konservatif olmanın da bir esprisi yok gerçekten. Hatta St. Marco’ya geçmeden önce yaşlı bir İtalyan’la bu yüzden münakaşa yaşadım diyebilirim. Şortuma gözlerini dikmiş bir şekilde –ki orası onun bakış açısına göre bir mabet niteliği dahi taşımıyor- İtalyanca bir şeyler geveleyip duruyordu ağzında. İngilizce iletişime geçmeye çalıştım fakat hiçbir şekilde anlaşamadık. Daha sonra yanında bulunan başka bir beyefendiye derdinin ne olduğunu sorduğumda aldırma ona kendisi delidir şeklinde yanıt verdi :) Muhtemelen nahoş şeyler söylediği için böyle bir yanıt verme ihtiyacı duydu. Ağustos ayında sıcağın ortasında ne giymemi bekliyordu acaba gerçekten merak ediyorum :) Konumuza geri dönecek olursak hem turist olarak hem de lokal olarak keşfetme şansınızın olduğu bu şehir, kaybolmaktan büyük keyif alan bünyeler için birebir. Tam bir labirent anlayışıyla kurulmuş, eskiden denizcilikle günümüzde ise nispeten romantizmle anılan bu sular altında kalmakta beis görmeyen şehir, sokaklarında kaybolmak üzere kucağını açmış sizleri bekliyor. Bütün yollar Roma’ya çıksa da Venedik’teki sokaklar müthiş bir levhalandırma sistemi sayesinde muhakkak St. Marco’ya ya da Gallerie dell’Accademia’ya çıkıyor. Minicik bir yön duygunuzun olması bile böyle bir deneyimi yaşamanız için yeterli.

Bana kalırsa Venedik için ayrılacak zaman dilimi en fazla 2 gün olmalı. İlk gün eşsizliğiyle insanı büyülese de mahsur kalmış olma mefhumunu ileriki günlerde yaşatabilir diye düşünüyorum ki bu pek bana göre değil açıkçası.

Çoğunlukla Floransa, Milano ve Roma gibi güzergahların arasına eklenen bu eşsiz şehir, sırf uğruna yazılan kitapların etkisini dokunarak, hissederek yaşamak adına bile görülmeye değecek nitelikte bir destinasyon. Thomas Mann’ın da dediği gibi: "Çünkü insan insanı, hakkında bir yargıda bulunamadığı sürece sever, yüceltir; özlem, eksik tanımanın bir sonucudur." Belki de iz bıraktığımız şehirler de bu cümleye dâhil edilebilir. Kim bilir? 

Minik not: İtalyanları gömüp durdum yukarıdaki söylemlerimde ama bozuk bir food machine'den su almamız için bize yardımcı olmaya çalışan dünyalar tatlısı bir kadınla tanıştık. Fakat dil handikabı nedeniyle iletişime geçemedik bir türlü maalesef zira o İngilizce ve Fransızca kontak kuramıyordu biz ise İtalyanca :) Yine de nezaketin lisanı olmuyor tabii. Öperim buralardan kendisini! :) 







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder