7 Aralık 2014 Pazar

17. RANDEVU İSTANBUL ULUSLARARASI FİLM FESTİVALİ VS. THE TEXAS CHAINSAW MASSACRE (1974)


17. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali Afişi
Yılın son film festivali mottosuyla biz sinefillerin uzun yıllardır odak noktasında bulunan Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali (eski adıyla Uluslararası Sinema Tarih Buluşması) bu yıl 17. yılını kutluyor. Gösterim çizelgesine göre yapılan hunharca ve hummalı bir film seçimi için tatlı bir telaşın hakim olduğu, film sonrası iki lafın belini kırmalı konseptiyle gönlümüzü çelen Aralık ayının bu nadide festivali, son yıllarda müdavimlerinin benimsediği ve daha çok festival ruhuna yönelik olduğu su götürmez bir gerçek olan Beyoğlu Cinemajestic, Beyoğlu Cinemaximum Fitaş gibi mekanları bu yıl es geçse de kış aylarının bu sıkıcı günlerinde bizlere kucak açmaya devam ediyor. Hem Fransız Kültür Merkezi’nin hala ayakta kalıp ücretsiz gösterimler için yıkılmaz bir kale görevi gördüğünü belirtmeden de geçmeyelim. Ne de olsa bu zamana kadar A Thousand Kisses Deep, My Week With Marilyn, Leones, Chained, Cherry, First Winter, Black Bread, Piano gibi filmleri ve daha nicelerini Türkiye sinemalarında ilk kez seyretmeme vesile olan festivalin bu seneki seçimleri de benim açımdan olabildiğince ilgi çekici. Özellikle 15. Randevu İstanbul Film Festivali’nde kendine yer bulan David Lynch’in kızı Jennifer Lynch’in elinden çıkma Chained’in gösterim günündeki hava şartlarının trafik sorunsalı da göz önüne alınarak ‘’kara girip çıkmak ve ıslak kalmamak adına otuz beş bin takla atmak’’ tandanslı olması sebebiyle söz konusu filmi ertelemeyen festival ekibine ve inatla ve azimle filmi zikretmek adına salonda bulunan ve olabildiğince ıslak takılan -ki burada ironi yoktur- taş çatlasa 10 kişiye buradan selam ederim :)

Dünkü hava şartları bu kadar vahim olmasa da son 5 gündür bitmek bilmeyen gribal enfeksiyonum sayesinde yaşadığım ‘’hasta olma’’ mefhumu dün gösterimi yapılan The Texas Chainsaw Massacre’i kaçırmama engel olamadı. Zira birçok kez remake filmi yapılmış olmasına karşın yönetmen koltuğunda Tobe Hooper’ı gördüğümüz ve eleştirmenlerce en iyi işi olarak lanse edilen bu filmin 1974 yapımı orijinal versiyonunu izlemekten mahrum kalamazdım. Hem de 40. yılını onore etmek amacıyla yenilenmiş kopyası ayağıma kadar gelmişken bunu yapmam saçma olurdu.

Sally'ciğimin mevzu bahis üçlemesi :)
Hollywood’un ve hatta Avrupa Sinemasının günümüze yönelik ve pek tabii teknolojik öğelerin ve imkanların daha ağır bastığı olanaklar dahilinde çekilmiş filmlerle nispeten daha eski tarihli bir filmi karşılaştırma saflığına aldandığımızda bu durumun üzerimizde yarattığı etki korksam mı yoksa kahkaha krizlerine girsem mi şeklindeki Araf’ta kalma durumuna fazlasıyla gebe. Üzülmeyin ziyadesiyle gerileceksiniz hatta korkacaksınız. Zira bu filmdeki karakterler öylesine gerçekçi bir şekilde realize edilmiş ki ilk sahneden itibaren polisin son zamanlarda ayyuka çıkan mezar hırsızlıklarına ilişkin verdiği anonslar eşliğinde tam bir ‘’cannibal’’ işi olduğu 35.000 km uzaklıktan belli olan görüntü eşliğinde dahi rahatsız olmaya başlıyorsunuz. Hatta filmin en şiddetli sahnelerinde karşımıza çıkan ve neredeyse hiçbir repliği olmayan, buna karşın tam bir ‘’creepy’’ edasıyla gözlerimizi şenlendiren (!) Leatherface’i canlandıran Gunnar Hansen’ın bu konuda tam bir master olduğuna eminim :) Ve Sally Hardesty’i canlandıran Marilyn Burns’ün bu kadar senkronize ve periyodik bir şekilde çığlık atabilme yetisini ayakta alkışlıyorum. Gerçi aynı şartlar altında olsaydık çığlık atmak işin en gereksiz detayı olarak kalırdı herhalde :) Yine de başına bela arayan gençlerin en talihsizi olan bu genç kızın bütün kornea-iris-retina kombinasyonunu hiçbir ekipman kullanmaksızın detaylı olarak görmemizi sağlayan yakın markajlı çekimleri 70’li yılların abartılı tercihine bağlıyorum.

Ha geldim ha geliyorum. Şaapma.
Tartışmalı da olsa gerçek bir hikayeye dayanmasından mı yoksa slasher türündeki filmlerin doğal ve aslında temel esasın doğrudan öldürme sorunsalına odaklandığı yönünün abartısız ve bizzat olduğu şekilde hikaye edilmesinden mi bilinmez ama bu filmin salt anlamda korku hissiyatını yaşattığı bir gerçek. Yoksa oh bebeğim yine mi büyükbabalarının mezarını ve eski evlerini ziyaret etme bahanesiyle yola çıkan, rahat batmış ve başına bela arayan, üstüne üstlük deli mikmiş* gencecik insanların orman atmosferinde katledilmelerine dair bir film izleyeceğiz deme cüretini gösterecek arkadaşlarınızın suratını Kirk’ün, Jerry’nin, Franklin’in, Pam’in ve Sally’nin yaşadıklarıyla tokatlama şansınız olabilir. Özellikle gün batımı esnasında Kirk’ün ve Pam’in testere ve buzluk kullanılarak katledildikleri esnada ortaya çıkan seslerinin bahçedeki jeneratörün çıkardığı sesle karışması salt korkuyu bünyenizde tetikliyor. Yine de son sahnede Sally’i kurtarmaya yeltenen fakat başarılı olamayan tır şoförünün akıbetinin belli olmaması, hatta Sally’nin yaşadığı şokun da etkisiyle tırın yol almasını beklemeksizin anında tırdan inmesi ve ‘’aç kollarını bebeğim ben geldim’’vari bir şekilde Leatherface’e atılması ve Sally’i nihai olarak kurtaran kişinin azami bir sükunetle yoluna devam etmesi yukarıda bahsettiğim dilemma sorunsalına takılan noktalardı. Filmin en psycho karakteri olan otostopçunun Sally’ye ithafen dediği gibi ‘’We ain’t in no hurry, cause you ain’t going no place, ha-ha-ha-ha-ha!’’

Alelade bir akşam yemeği
Artık faal olarak öğrenci olmasam da ‘’Askıda Bilet’’ uygulamasının önceki yıllarda olduğu gibi devam ettiğini ve 11 Aralık Perşembe günü bizlere veda edecek olan festivalle ilgili ayrıntılı bilgilere ise http://www.randevuistanbul.com adresinden ulaşabileceğini aklımıza itinayla kazıyalım.

*Kendisi güzel fiil de çevresi kötü. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder