26 Aralık 2016 Pazartesi
2 Kasım 2016 Çarşamba
SEVDALIZA (GÜNEŞİN KADINLARI) KONSERİ @BABYLON // 02.11.2016
İranlı müzisyen Sevdaliza, dün gece ilk kez biz İstanbullu müzikseverlerle
buluştu. Kendisini tam olarak ne zaman keşfettiğimi hatırlamıyorum ama hazır
ülke sınırları içerisine girmişken gidip dinlememek olmazdı. Fazlasıyla
melankolik ve bir o kadar da mistik bir müzik icra ettiğini düşünüyorum. Tatlı
bir hüzne sevk eden müzikleri hep sevmişimdir. İran’da doğup Hollanda’da
büyümesinin müziğini de etkilediğini düşünüyorum açıkçası. Zaten farklı
kültürel deneyimleri yaşamasının müziğine olan etkisini de pek gizlemiyor.
Kendisi The Suspended Kid, Children of Silk gibi EP’ler
yayınlamasının yanı sıra "The Formula" adlı kısa
filmde acting hünerlerini de sergiledi desek pek yalan olmaz :) Gelelim
konsere...
Sevdaliza ile ilgili
edindiğim ilk izlenim kesinlikle dinginlik konusunda master yapmış olduğu
yönünde. Normal hayatında bu denli sakin midir bilemiyorum ama yumuşak
dokunuşlu vokalinin var oluş sebebini buna bağladım ben. Buna karşın seyirciyle
iletişim kurma şekli oldukça
sıcak geldi bana. Ne çok uzattı ne de çok ihmal etti. Bir yandan Azerbaycan
kökenli olduğunu dile getirip yeme içme konusunda ne kadar benzer olduğumuzu
dile getirince "Sen de mi Brütüs?" demek
istedim kendisine :) Hatta konser sonrasında dışarıdaki sohbetlere kulak
kabarttığımda Türkçe şarkı söylemesini isteyen bir grup bile vardı. Gerçi bu arkadaşlardan
bazıları kadının sporcu geçmişi dolayısıyla gelişmiş kas yapısıyla alakalı
dalga geçmekten de geri kalmadılar. Kimisi çok seksi bulmuş da kimisi feminen
bir yön bile görememiş de. Bunun goygoyu illa ki yapılır da bu tarz bir eleştiri
yapmadan önce arada aynaya bakmak da gerekiyor diye düşünüyorum :)
Sevdaliza’nın naif enerjisini çok sevdiğimi de eklemeliyim. Ayrıca
Bursa’dan konser için kalkıp gelen Alihan’a yaptığı jest de takdire şayandı :) ''Alihan burada mısın?'' deyince birkaç fake Alihan’ın buradayım demesi de pek
komikti :)
Sevdaliza ve grubu, "That Other Girl", "Marilyn
Monroe", "Haunted" gibi şarkıları çalarak gönlümü
kazansalar da ''Backseat Love''ı ve benim çok sevdiğim ''Taste''i performe
etmemeleri biraz hayal kırıklığına uğrattı beni. Toplam bir saat kadar sahnede kalsa
da konser tam tadında sona erdi. Bis yapma evresinde pek de nazlanmayıp Donnie
Darko’nun soundtrack’indeki ikonik parça Mad World’ü icra etti. Hatta bir ara
lirikleri unutunca kendini trolledi diyebilirim ahahaha!
Velhasıl konser beklentilerimi olması gerektiği düzeyde karşıladı. Babylon’un
Güneşin Kadınları konser serisiyle de yine güzel bir ivme yakaladı desek yalan
olmaz. Darısı diğer konserlere...
27 Eylül 2016 Salı
İSTANBUL COMICS & ART FESTIVAL VS. KADIKÖY PLAK GÜNLERİ
Sonbaharın
gelmesiyle birlikte şehrin yeniden canlanması an meselesi olunca soğuk havadan
haz etmeyen benim gibi insanların bile içine bir kıpırtı düşüyor. Herkesin
malumu olduğu sebeplerden ötürü yaz dönemi özellikle müzik festivalleri
açısından pek verimli geçmemişti. O yüzden yeme-içme konseptli festivaller şu
sıralar pek revaçta. Yine de bunlar arasından sıyrılmayı başaran ayrıksı bir
çalışma var ki hepimizin üzerinden ölü toprağının atılmasını bir nebze olsun
sağladı. 23-24-25 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen İstanbul Comics
& Art Festival, çizgi roman sevdalılarını, graffiti severleri bir çatı
altında toplayarak Eylül’e veda etmemizi kolaylaştırdı.
Toplamda Sergi,
Animasyon, Graffiti, Workshop gibi bölümlerden oluşan organizasyon, çizgi roman
dükkanlarını, mizah dergilerini, bağımsız yazarları, kreatif oluşumlarını ve
yayınevlerini bir araya getirerek oldukça interaktif bir platformu biz katılımcılarına
sundu.
Festivalin
son gününe teşrif etmiş biri olarak ilk iki günü sadece sosyal mecralardan takip
edebilme şansım oldu. Pazar günü olmasına karşın oldukça yoğun bir katılım
vardı. Buna rağmen kimsenin birbirini ezmeden stant stant rahatça gezebilme
şansının olması benim gibi eserikli insanlar için büyük bir nimetti açıkçası. Bunu
fırsat bilip hemen stantların arasında kayboldum. Guillaume Apollinaire’e olan
aşkım dolayısıyla tipografiye hep ilgi duymuşumdur. O yüzden Typo Bak tarafından ücretsiz nüshaları da tedarik edilen çizimleri ayrı bir yere koymak istiyorum. Çalışmalarını
incelerken baya keyif aldığımı söylemeliyim.
Dijital olanaklardan yararlanmaktansa tamamen eski usul analog basım anlayışını hala ayakta tutan bir fanzin olan Heyt Be!’nin verdiği emek gerçekten takdir-e şayan. Kendileri çok içten ve ürettikleri işleri tanıtma konusunda oldukça davetkarlar. Hatta zaman zaman müzik dinleme etkinlikleri yaptıklarını belirterek talep etmeniz halinde sizi mail listesine hemen oracıkta ekliyorlardı. İşlerini buradan takip edebilirsiniz: http://heytbefanzin.com/
Müth(ü)ş eserim :p |
Festivalin
Pazar gününe en yakışır konsepti benim için kesinlikle havuza karşı
yayılmacalı animasyon izleme keyfiydi. Hatta festivale gitmeden önce bile bu
anı hayal ediyordum ne yalan söyleyeyim :) Festivale öğleden sonra gittiğim
için yakalayabildiğim animasyonlar Scream, A Coat Made Dark ve Sezen
Aksu/Kalaşnikof oldu. Hepsini ciddi bir konsantrasyonla izlediğimi iddia
edemesem de festivale minik bir dinlenme arası vermek adına ayaklarımın rahata
kavuştuğunu rahatlıkla söyleyebilirim. O esnada sigaranın ne kadar zararlı olduğuna
dair klişe bir konuşma gerçekleştirmiş olmamızın etkisi de olabilir bu. Bilemiyorum
Altan.
Festivalle
eş zamanlı seminer programları da yapılıyordu ve benim bulunduğum saatlerde
İlban Ertem’in Puslu Kıtalar Atlası Yaratım Süreci ve Edebiyat Uyarlamaları
başlıklı semineri meraklılarıyla All Saints Kilisesi’nde buluştu. Ben biraz
üşengeçlik edip gitmedim ama giden arkadaşlar muhakkak keyif almışlardır diye
düşünüyorum.
Festival
alanını yeterince hatmettiğime kanaat getirdikten sonra coğrafi avantajdan
faydalanıp Kadıköy Plak Günleri’nde buldum kendimi bir anda. Ücretsiz olması
dolayısıyla olabildiğince kalabalık bir kitle vardı. Zeki Müren’in 20. ölüm
yıldönümü olması nedeniyle bir ara Zeki Müren şarkıları da duyduk. Kalplerimiz
o eşsiz sesiyle birlikte hüzünlense de hep birlikte o duyguyu yakalamak çok
naif bir andı. Batmayan Güneş belgeselini izlememle aynı güne denk gelmesi de
ayrıca enteresan bir anı oldu benim için. Ağlamıyorum amca, gözüme toz kaçtı
da...
Plakları
karıştırırken Lionel Richie’den, Björk’e Metallica’dan Alice In Chains’e kadar
bir sürü isim elime geçti sanırım. Hatta bir ara gözüme Break Dance Party plağı
bile ilişti :) Her ne kadar plaklar arasında kaybolmak çok zevkli olsa da
ayaklarımın beni faka bastırması artık bir mola vermem gerektiğini
gösteriyordu. Sundaze #relaunch'a da gitmeye niyetlenmiştim ama
Kadıköy-Galata arası mesafe gözümde çok büyüdü o anda. Artık bir dahaki sefere
:)
11 Ağustos 2016 Perşembe
DİREK ÜZERİNDE RAKS EDEN BİR ROCK STAR: CLEO THE HURRICANE!
Pole dance ifadesi zikredilir zikredilmez gözünüzde
yalnızca Barney Stinson’ın stripper nişanlısı Quinn canlanıyor ya da "Ne kadar da bayağı bir dans janrı bu
yahu!" şeklinde sığ düşüncelere gark ediyorsanız muhtemelen koca
poponuzu oturduğunuz yerden kaldıramayanlardansınız. Diğer dans janrları
arasında konservatif bakış açılarına her daim maruz kalan, itilip kakılsa da sevenlerinin
ve icra edenlerinin Guy de Maupassant’vari bir bakış açısıyla "Hadi oradan Mademoiselle Fifi"
deme cesaretini gösterdiğini bir mecradan bahsediyoruz neticede. Dünya üzerinde
"pole dancer" olarak aktif
olarak faaliyet gösteren birçok kadın ve erkek dansçı olmasına karşın bunların
arasından kendini ve şovlarını rock’n’roll ruhuna adayarak sıyrılan bir isim
görüyoruz: Cleo the Hurricane!
Kendisine pole dance alemlerinde rock star denmesinin birkaç
sebebi var elbette. Röportajlarında da ısrarla üzerinde durduğu üzere
Guns N' Roses’la "No Trickery" turunun Vegas ayağında performansını
sergileme şansını elde etmiş olmasını yaşadığı en büyük deneyim olarak
nitelendiriyor. Nasıl değerlendirmesin ki? 90’lara yetişmiş her kadının bir
şekilde hayranlık duyduğu Axl Rose’un gül cemali bile böyle düşünmesi için
yeterli bir faktör! 2011 yılında Miss Pole Dance Australia’da sadece yarım
puanla birinciliği kaçırdığı rutininde çalan şarkının yine kallavi
abilerimizden oluşan Scorpions’ın "Rock You Like A Hurricane"i olması
da bu şartlar altında pek tesadüf değilmiş gibi görünüyor.
Rock chick olmasının yanı sıra çalışkanlığını da
konuşturan Cleo the Hurricane, ayrıksı pole dance eğitmenlerini,
profesyonelleri ve amatörleri tek bir çatı altında topladığı Cleo’s Rock’n’Pole
adlı bir topluluk yaratmaktan da geri kalmamış. Hatta bu geek olma mevzusunu Rocking’Legs
N Abs adlı DVD’si ile de tescillemiş bir nevi. Kendini pole dance açısından
fitness şampiyonu olmaktansa show girl olarak tanımlayan Cleo the Hurricane’in
seveni olduğu kadar sevmeyeni de mevcut. Fakat rock’n’roll dünyasına beslediği
sevgiyi hayata geçirmiş olması açısından fazlasıyla cool olduğunu düşünenlerin
sayısı hiç de az değil. Hamileyken dahi bir direğin dile gelmesini sağlayan bir
kadından bahsediyoruz. Cool olmak için daha ne yapsın amuda mı kalksın diyeceğiz
de işte onu da yapıyor bu Allahsız!
Rock’n’roll’la pole dance’in yaşadığı açık ilişki çoğu
insanın kafasında The White Stripes’ın I Just Don’t Know What To Do With Myself
videosu ile canlansa da mevzu bahis pole dance olduğunda Kate Moss’tan kat be kat
yetenekli isimlerin olduğu da su götürmez bir gerçek. Ama Kate Moss’un
enerjisini de yabana atmamak lazım pek tabii. Bebek o bebek!
Cleo the Hurricane’in reel anlamdaki şampiyonluklarının yanı sıra tam bir workshop ve tutorial şampiyonu olduğunu da eklememiz lazım. Ola ki çakma celebrity’ler yüzünden trend olmasının ötesinde pole dance’e ilgi duyarsanız Cleo’s Rock’n’Pole’un en az Cleo the Hurricane kadar çılgın kadınlarından bir şeyler kapabilirsiniz. Ama yok ben otururum paşalar gibi bir direk etrafında raks eden güzel kadınları hayranlıkla izlerim derseniz güzel birkaç video paylaşabiliriz. Sonuçta insanlık ölmedi değil mi?
Here it comes!
Outfit’iyle bile yürü be kızım diyebileceğiniz Cleo the
Hurricane’in meşhur performansı. Devil horn’ları alalım.
Klasik pole dance tavrını sevenler için olduğunu söylemek
zor biraz ama show girl olayına kim hayır der ki?
Cleo the Hurricane’in cool olma sebeplerinin vücut bulmuş
hali gibi sanki ne dersiniz?
Bonus olarak:
Underrated bir şarkı ve yumuşak dokunuşlu bir rutin. Hem
de Cleo’s Rock’n’Pole’ün eğitmenlerinden olan Jordan Kensley’nin ellerinden
çıkma. İnsan daha ne ister ki allasen?
24 Haziran 2016 Cuma
LEHÇE DERSLERİNE GİRİŞ MAHİYETİNDE DİNLENESİ 5 İSİM VE TEKLİLERİ!
1- F.O.R.X.S.T.: İsmine ve
sunduğu görsellerdeki ergenlik etkisine takılmayacak olursak F.O.R.X.S.T’yi Polonya’nın trippy müzikal kaygılar
açısından fazlasıyla bereketli
topraklarından çıkan en ayrıksı isimlerden
biri olarak tanımlayabiliriz. İsminin
google’lanamaması için elinden geleni
ardına koymadığını düşündüğüm bu gencin
"Abi ben çıkarım babalar gibi müziğimi yaparım, kimse de a.k.a. işime burnunu sokamaz" tavrına sahip
olabileceği fikri de pek uzak gelmiyor hani. Dış monolog yapan hayal gücümü bir tarafa
bırakacak olursak yukarıdaki cümlede haklılık
payı olabileceğini yaptığı müziğe
duyduğu güven dolayısıyla kafamda kurgulayabiliyorum.
Dinlemeye değer çok fazla seti ve track’i olmasına karşın uluslararası müzik sahnesinde dikkatleri
üzerine Awake single’ı ile çektiği de bir gerçek.
Gününüz kötü mü gidiyor, hayat istediğiniz yönde seyretmiyor ya da şekillenmiyor mu? Sevgiliniz size tekmeyi koydu
mu? Üzülmeyin. Awake bunların hiçbirinin
düzeleceğini vaat etmiyor zaten. Yine de şans vermeye değer yahu! Bir daha mı geleceğiz dünyaya?
2- JUTRØ: The accidental
poet, FOHM, SOHO Palace gibi youtube kanalları da olmasa yeni şeyler keşfedemeyeceğiz bu gidişle. Underground’lığın
dibine vurup sadece sosyal medya
kanalları üzerinden ulaşılabilen gizemli grupları, producer’ları hep sevmişimdir. Açarsın Chrome’u bakarsın iki
kalem edilmiş mi böyle güzel müzikler
yapan insanlar hakkında diye. Ama nerede
heyhat! "Ellerim bomboş, yüreğimde
bir sızı" lirikleri soundtrack’in olur, kalan sahalar bizimdir diyerek var olan birkaç materyali sevmeye devam
edersin. Polonya’nın deneysel müzik söz konusu
olunca hayal kırıklığına uğratma ihtimali internette kedi videosu görmeme ihtimaline eş değer benim nazarımda. O yüzden CZELUŚĆ VOL.#1 adlı toplama albümde de kendine yer bulan bu nadide tekliyi dinleyin, dinletin. Hatta gaza gelip videosunu da izleyin. "Everything is too late" diye
mırıldanmayanı, soyunup ormana gitmeyi
planlamayanı dövüyorlarmış.
3- KA-MEAL: Polonya’dan
çıkan en hüzünlü melodilere sahip proje bu olmalı gerçekten. Öyle depresyona sevk etmeyen, içinizi tatlı tatlı
yiyen cinsten bir hüzün bu ama. Ona göre hazırlıklı olun. "Ben zaten hali hazırda mutsuz bir insanım ama mutsuzluğumla da barışığım yahu"
diyebilenlere hitap ettiğini ilave ederek günlük spoiler verme görevimi de yerine getirmiş olayım. Enstrümantal
tatlara da açıksanız şayet huzur dolu
hüzünlerden hüzünlere -ki o da nasıl oluyorsa- seyahat etmenizi sağlayacak olan parçayı sizin için seçmiş buluyorum. Ka-Meal’in elinden çıkma Autumnlove,
I don’t Believe You, I Need You, Remember My Face gibi isimlerinden de
anlaşılabileceği üzere tam bir sevgi kelebeği tadındaki şarkılardan sevgili Always Told The Truth! Seni seçtim Pikachu!
4- DA VOSK DOCTA: Bu akşam
hüzünleri evde bıraktım tadında mısınız? İçim bayıldı
biraz da şöyle groovy bir şeyler öner de neşemizi bulalım tribine mi girdiniz? Vücudunuzun kendiliğinden hareket
etmesini sağlayacak bir single var elimde
hadi yine iyisiniz. Yukarıda saydığım isimlere nazaran daha zıpır bir müzik peşinde olan, kendini independent
urban/bass producer olarak tanımlayan sevgili
arkadaşımızın tam bir beat canavarı olduğunu söylesek pek de abartmış olmayız. Polonya underground rap alemlerinde
de hatırı sayılır bir ünü olduğunu düşünecek
olursak kendisinin bir tık daha eklektik sularda yüzdüğünü iddia edebiliriz. Seversiniz sevmezsiniz
bilemem ama Da Vosk Docta’nın Leh müzik
dünyasında enteresan bir tavrı olduğu da kesin şimdi onu kabul edelim. Videodaki Nike logosuna takılıp hayal
dünyanızda obsesyon yaratmayın aman diyeyim.
Ya da yaratın banane yahu!
5- MYSTXRIVL: Hali hazırda
Andain’in Beautiful Things’ini sevenlerdenseniz size yine aynı single’ın başka bir versiyonunu seve seve önereceğim. Zira
CZELUŚĆ adlı plak şirketinin
gediklilerinden olan MYSTXRIVL, bu güzel şarkıyı kalbinizle ruhunuzu şeytana satmanıza yol açacak güzellikte
bir mix’le karşımıza çıkarıyor. Hadi
o kadar abartmayalım ama kendisinin dinlenesi cinsten bir iş çıkardığını da görmezden gelmeyelim. Tıpkı F.O.R.X.S.T.’te
olduğu gibi isim sorunsalına takılmaz iseniz
ön yargısız, sorgusuz sualsiz şarkıyı
benimseyebilirsiniz. Hatta Andain’in kadife
yumuşaklığındaki vokalini hiçe saymayan, yeni ve dingin bir erkek vokalle de şarkının ne kadar güçlü olduğunu
anlayabilirsiniz gibime geliyor. Velhasıl Polonya
topraklarından çıkan bu isimleri sevelim, hatta hiçbir fikri olmayan eşimize, dostumuza
da sevdirelim. Maksat müzik dünyasına katkımız olsun değil mi ama?
21 Nisan 2016 Perşembe
AŞİNA OLMADIĞINIZ CİNSTEN BİR ROMANTİZMİ KALBİNİZDE BULDUĞUNUZ, YÜREĞİNİZDEKİ DİKEN GİBİ BİR ŞEHİR: VENEDİK!
Bir
edebiyat akımı dışında da tutum olarak romantizmi benimseme yetisi olmayanları
dahi romantizmin kollarına itiverecek olan, zaman zaman sularla çevrili
kanallar arasında mahsur ve kapana kıstırılmış gibi hissetmenize yol
açabilecek, yine de eşsizlik hissiyatını bünyenize yaşatabilecek güzelliklere
sahip, Thomas Mann’ın kutsal bir mersiye tadındaki Venedik’te Ölüm’ü uğruna
atfettiği bir şehir Venedik. Turistik destinasyon açısından popülerliğini her
daim korumuş olan bu nadide şehri keşfetmeden İtalya sınırlarından çıkmak
şüphesiz büyük bir kayıp olacaktır.
İtalya’nın
kuzey doğusunda konumlanan bu eşi benzeri olmayan şehir, kanallarla birbirinden
ayrılmış ve zenginlik konusunda dünyanın birçok şehriyle yarışabilecek
nitelikteki çeşitli köprülerle birbirine bağlanarak karadan uzak olma mefhumunu
insana yaşatma konusunda fazlasıyla cüretkar bir tavır sergiliyor. 118 adacık
üzerine kurulu bu şehir, Unesco’nun Dünya Miras Listesi’nde yer almaktan da
geri kalmıyor.
Fazla
destansı oldu değil mi? :)
Venedik topraklarına ayak basmak için kullanabileceğiniz en sağlıklı yöntemlerden biri Trenitalia ile yapacağınız yolculuk olacaktır. Zira havaalanında yaşama lüksüne sahip olmadığınız duyguları hem daha nostaljik bir şekilde trenle yaşama zevkine varabilir hem de karşınıza ilk çıkan sahnenin etkileyiciliğinde kendinizi kaybedebilirsiniz. Karşılaştığınız bu ilk görüntü Santa Lucia Tren İstasyonu’na ayak basar basmaz gün batımıyla da karşılaşma ihtimaliniz varsa tatlı bir hissiyata varan heyecana doğru raks etmeye başladığınızın resmi oluyor. Vaporetto’ların kulağınıza şehrin ritmini fısıldayan sesleri, kalabalığın bir an önce keşfe çıkmak için yüzlerinde beliren tatlı telaşı içinizi kaplayıveriyor o anda. Vaporetto’larla seyahat edebileceğiniz gerçeğinin en güzel yanı şehrin herhangi bir noktasına bu vaporetto’lar sayesinde dilediğiniz şekilde gidebiliyor olmanız ve bu esnada da yaşadığınız güzelliğin tadını rahatça çıkarabiliyor olmanız.
Konu para
mevzuundan açılmışken Venedik konumu dolayısıyla ve ulaşımın zahmetli olması
nedeniyle diğer Avrupa kentlerindeki gibi çok fazla hostele ev sahipliği
yapmıyor. Bunun yerine çoğunlukla tercih edilen otellerin yanı sıra kanallara
yakın mesafede inşa edilmiş yapılarda konaklamak da bir seçenek olabiliyor.
Daha farklı bir deneyim yaşamak isterseniz yatta kalma seçeneğini gibi
alternatifler de karşınıza çıkabiliyor. Hem maddi kaygılardan ötürü hem de
farklı ülkelerden gelen insanlarda tanışmanın verdiği cezbedici anlayış
nedeniyle kardeşim (Seda) ve ben tercihimizi hostelden yana kullandık. Sunny
Terrace adlı bu hostel şehir merkezine biraz uzak bir konumda yer almakla
birlikte Venedik’te bulunduğumuz tarihlerde resmen hayalet hostel tadındaydı.
Her şeyin creepy gelmesi bizi biraz rahatsız etse de adının hakkını verircesine şehrin bulunduğu kısmı ayaklarınızın altına seren şahane bir manzarası vardı. Hatta bu tip yapılarda kalmayı tercih ederseniz alışverişinizi yapıp küçük çaplı bir barbekü partisi bile yapabilme olanağınız olabiliyor. Bizzat gördük ondan diyorum :) Konaklama ile ilgili ve genel olarak en dikkat çekici olumsuz nokta ise ciddi anlamda sivrisinek saldırısına maruz kalabilme şansınızın çok yüksek olması. Gitmeden sivrisinek savarvari bir spreyin alınması yapılacak en akıllıca hareket olacaktır. Zira bu durum Milano gibi ülkenin diğer şehirlerinde de baş gösterebiliyor.
Her şeyin creepy gelmesi bizi biraz rahatsız etse de adının hakkını verircesine şehrin bulunduğu kısmı ayaklarınızın altına seren şahane bir manzarası vardı. Hatta bu tip yapılarda kalmayı tercih ederseniz alışverişinizi yapıp küçük çaplı bir barbekü partisi bile yapabilme olanağınız olabiliyor. Bizzat gördük ondan diyorum :) Konaklama ile ilgili ve genel olarak en dikkat çekici olumsuz nokta ise ciddi anlamda sivrisinek saldırısına maruz kalabilme şansınızın çok yüksek olması. Gitmeden sivrisinek savarvari bir spreyin alınması yapılacak en akıllıca hareket olacaktır. Zira bu durum Milano gibi ülkenin diğer şehirlerinde de baş gösterebiliyor.
Floransa,
Milano ve Roma gibi İtalya’nın en fazla rağbet gören şehirlerini gezmiş biri
olarak gastronomik anlamda sizi çok farklı şeylerin beklediğini vadedemem.
Adım başı karşılaşma ihtimalinizin olasılık bilimini dahi küstürecek cinsten
olan Ristorante Pizzeria’ların varlığı kilo almama lüksünüzün olmadığının birer
kanıtı gibi adeta. Aloe vera gibi sıra dışı aromalarla kotarılan dondurmalardan
tutun da daha klasik tatlar olan limon, çilek, fıstık aromalı gelato’larla
hasbıhal etmenin özellikle yaz aylarında seyahat programını gerçekleştiren
kişiler için faydalı olacağını düşünüyorum.
Özellikle zamanınız kısıtlıysa ve gerçekten memnuniyet duyarak ayrılmak istediğiniz bir restorana ihtiyacınız varsa lokasyon açısından pek merkezi olmasa da Trattoria ai Cacciatori adlı restoranı sizlere önermek isterim. Zaten St. Marco’da muhakkak bir şeyler tadacağınız için kendinizi turistten ziyade gezgin olarak hissetmenizi sağlayabilecek duraklardan biri burası. Giudecca adasında konumlanan, vaporetto’ları kullanmak suretiyle Palanca durağında indiğinizde hemen sizi karşılayan ve kalabalıklardan uzak inzivaya çekilebileceğiniz bu restoran, inanılmaz güler yüzlü ve yardımcı olduklarını düşündüğüm personelleri bünyesinde bulunduran, inanılmaz lezzetli makarnalar (özellikle ev yapımı kalın hamurlu makarnaları tercih ederseniz gastronomik bir orgazma ulaşabilirsiniz) ve lazanyalar yapan saklı bir cennet gibi. Hilton’a çok yakın mesafede olduğu için olur da o bölgede kalırsanız aklınızda bulunsun.
Şarapseverler için en doğru seçim olan ülkelerden biri olan İtalya’nın diğer birçok kentinde olduğu gibi restoranların ev sahipliğini yaptığı kırmızı, beyaz ve blush gibi envai şarabın mevcudiyeti Venedik’teki restoranlarda da kendine yer buluyor. Biz tercihimizi blush’tan yana kullandık ve o kadar leziz bir şarabı İtalya sınırları içerisinde bir daha tadamadık maalesef. Adını hatırlayamamam ise büyük handikap. Hatta biraz dedikodu yapalım mı? :) Enfes yemeğimizi yerken yan masadaki bir çiftin gözlerini süze süze bariz bir şekilde dedikodumuzu yapması da baya salakçaydı. İtalyanca konuşmalarına rağmen vücut dillerinden bunu çok rahat anlayabiliyorduk. İnsanlar tuhaf gerçekten :)
Fakat garsonlar çok ilgililerdi ne yalan söyleyeyim. Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde baya şaşırdılar ve gözlemlediğimize göre bize bir tık daha fazla ilgi gösterdiler. Bir turist olarak bunu size hissettirebilmeleri önemli gerçekten. Bunun yanı sıra Venedikli işletmecilerin eli yüzü düzgün, ortalama herhangi bir restorana girdiğinizde yemek sonrası mutlaka likör ikramında bulunmak gibi bir gelenekleri mevcut. Özellikle çok popüler olan limoncello, mirto gibi likörleri tatmadan ülkeye dönüş yapmanız neredeyse imkansız gibi. Zaten bu restoran bazında konuşacak olursak İtalya seyahatimiz süresince en kibar garsonlarla burada karşılaştık diyebilirim çünkü İtalyan insanı olabildiğince kaba. Bize denk gelenlerin %95’i de böyleydi gerçekten. Mübalağa etmiyorum. Her neyse. Bu likörlerin yanı sıra amaro ve amaretto gibi likörler de turistler tarafından en çok rağbet edilen alkoller arasında yerlerini alıyor. Alkolden söz açılmışken Aperol Aperitivo’yu bu listeye eklemesek olmaz. Adı üzerinde aperatif alkol niteliğinde olan bu alkol, yemek öncesi iştahı kabartması açısından en çok tercih edilen içecekler arasında kendine yer bulmakta zorluk çekmiyor. Ama bana sorarsanız çok da bayıldığım bir şey değil normalde de. Herhangi bir restoranda 2 kişilik doyurucu bir yemek yemeniz için ödemeniz gereken bedel genellikle kişi başı 25-30 Euro civarında oluyor. Lüks parametrenize göre değişkenlik gösterebilecek bu meblağ, diğer ülkelere nazaran popülaritenin de vermiş olduğu yetkiye dayanarak nispeten daha fahiş olabiliyor. Cafe ve restoranlar söz konusu olduğunda ilk akla gelen, St. Marco’nun en önemli sembollerinden biri olan Café Florian, sırf etkileyici kıyafetleriyle sizlere hizmet eden garsonları yüzünden bile görülüp bir espresso içmeye değecek cinsten bir yer. Fiyatlar Venedik’in genelinde olduğu gibi pek cüzi miktarda değil açıkçası. Yine de oraya kadar gitmişken bir kahve içip soluklanıp "oh, dünya varmış" demeden geri dönmek pek akıl karı olmayacaktır.
Özellikle zamanınız kısıtlıysa ve gerçekten memnuniyet duyarak ayrılmak istediğiniz bir restorana ihtiyacınız varsa lokasyon açısından pek merkezi olmasa da Trattoria ai Cacciatori adlı restoranı sizlere önermek isterim. Zaten St. Marco’da muhakkak bir şeyler tadacağınız için kendinizi turistten ziyade gezgin olarak hissetmenizi sağlayabilecek duraklardan biri burası. Giudecca adasında konumlanan, vaporetto’ları kullanmak suretiyle Palanca durağında indiğinizde hemen sizi karşılayan ve kalabalıklardan uzak inzivaya çekilebileceğiniz bu restoran, inanılmaz güler yüzlü ve yardımcı olduklarını düşündüğüm personelleri bünyesinde bulunduran, inanılmaz lezzetli makarnalar (özellikle ev yapımı kalın hamurlu makarnaları tercih ederseniz gastronomik bir orgazma ulaşabilirsiniz) ve lazanyalar yapan saklı bir cennet gibi. Hilton’a çok yakın mesafede olduğu için olur da o bölgede kalırsanız aklınızda bulunsun.
Şarapseverler için en doğru seçim olan ülkelerden biri olan İtalya’nın diğer birçok kentinde olduğu gibi restoranların ev sahipliğini yaptığı kırmızı, beyaz ve blush gibi envai şarabın mevcudiyeti Venedik’teki restoranlarda da kendine yer buluyor. Biz tercihimizi blush’tan yana kullandık ve o kadar leziz bir şarabı İtalya sınırları içerisinde bir daha tadamadık maalesef. Adını hatırlayamamam ise büyük handikap. Hatta biraz dedikodu yapalım mı? :) Enfes yemeğimizi yerken yan masadaki bir çiftin gözlerini süze süze bariz bir şekilde dedikodumuzu yapması da baya salakçaydı. İtalyanca konuşmalarına rağmen vücut dillerinden bunu çok rahat anlayabiliyorduk. İnsanlar tuhaf gerçekten :)
Fakat garsonlar çok ilgililerdi ne yalan söyleyeyim. Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde baya şaşırdılar ve gözlemlediğimize göre bize bir tık daha fazla ilgi gösterdiler. Bir turist olarak bunu size hissettirebilmeleri önemli gerçekten. Bunun yanı sıra Venedikli işletmecilerin eli yüzü düzgün, ortalama herhangi bir restorana girdiğinizde yemek sonrası mutlaka likör ikramında bulunmak gibi bir gelenekleri mevcut. Özellikle çok popüler olan limoncello, mirto gibi likörleri tatmadan ülkeye dönüş yapmanız neredeyse imkansız gibi. Zaten bu restoran bazında konuşacak olursak İtalya seyahatimiz süresince en kibar garsonlarla burada karşılaştık diyebilirim çünkü İtalyan insanı olabildiğince kaba. Bize denk gelenlerin %95’i de böyleydi gerçekten. Mübalağa etmiyorum. Her neyse. Bu likörlerin yanı sıra amaro ve amaretto gibi likörler de turistler tarafından en çok rağbet edilen alkoller arasında yerlerini alıyor. Alkolden söz açılmışken Aperol Aperitivo’yu bu listeye eklemesek olmaz. Adı üzerinde aperatif alkol niteliğinde olan bu alkol, yemek öncesi iştahı kabartması açısından en çok tercih edilen içecekler arasında kendine yer bulmakta zorluk çekmiyor. Ama bana sorarsanız çok da bayıldığım bir şey değil normalde de. Herhangi bir restoranda 2 kişilik doyurucu bir yemek yemeniz için ödemeniz gereken bedel genellikle kişi başı 25-30 Euro civarında oluyor. Lüks parametrenize göre değişkenlik gösterebilecek bu meblağ, diğer ülkelere nazaran popülaritenin de vermiş olduğu yetkiye dayanarak nispeten daha fahiş olabiliyor. Cafe ve restoranlar söz konusu olduğunda ilk akla gelen, St. Marco’nun en önemli sembollerinden biri olan Café Florian, sırf etkileyici kıyafetleriyle sizlere hizmet eden garsonları yüzünden bile görülüp bir espresso içmeye değecek cinsten bir yer. Fiyatlar Venedik’in genelinde olduğu gibi pek cüzi miktarda değil açıkçası. Yine de oraya kadar gitmişken bir kahve içip soluklanıp "oh, dünya varmış" demeden geri dönmek pek akıl karı olmayacaktır.
Turistik
hareketlere girişmek istiyorsanız soluklanacağınız ilk durak kesinlikle Piazza
San Marco (San Marco Meydanı) olmalı. San Marco Bazilikası, Sansavino
Kütüphanesi, her Avrupa kentinin olmazsa olmazı Saat Kulesi gibi en fazla
rağbet gören tarihi yapıları görebilme şansınız olacaktır. Ve yine çok da uzak
bir mesafede konumlanmayan Venedik’in belki de en ünlü köprüsü olan Ponte di
Rialto’yu (Rialto Köprüsü) da yine çok ciddi bir zaman harcamaksızın görme ve
deneyimleme olanağınız olacaktır. Şanssız olmalıyız ki mevzu bahis bu köprü
İtalya seyahatimiz esnasında da birçok kez karşılaştığımız restorasyon sorunundan
nasibini almıştı. Hevesimiz birazcık kırılsa da Venedik tam bir köprüler geçidi
olduğu için bu sorun üzerinde pek durmadık. Adım başı köprüye rastlamanız işten
bile değil zira.
Venedik’in
en büyük kilit noktası olan köprülere değinmişken Ponte dei Sospiri’den yani
Ahlar Köprüsü’nden bahsetmesek olmaz. Eski esirlerin idam edilmeden ya da
mahkûm edilmeden önce gördükleri en son manzara olma özelliğini taşıyan bu
köprünün mimari yapısı söz konusu esirlerin yaşadığı hissiyatla bir nebze olsun
bağ kurabilmenizi sağlıyor gerçekten. Köprünün Lord Byron tarafından verilen
mevcut adındaki iç çekme, ah etme gibi anlamlara gelen "sospiri"
ifadesinin ne kadar da manidar olduğunu anlayabiliyorsunuz. Hatta Venedik’te
Ölüm daha çok sanatçı buhranlarının kompleks çıkmazını yansıtsa da bana
kitaptan bazı cümleleri tam da köprünün üzerindeyken hatırlattı. Hep bir
olmamışlığı, sıkıntılı halet-i ruhiyeyi kafanıza balyoz gibi indiren cinsten
bir etkiye sahip bu yapı.
Fakat insan kalabalığı, güneşli bir gün bu hislerden
hemen kurtulmanızı sağlıyor. Yaygın inanışa göre de sevgililerin gün batımı
esnasında köprünün altında öpüşmeleri sonsuza kadar birlikte olacaklarına
rivayet ediliyor. Ne kadar doğru olup olmadığını yaşayıp görmek lazım fakat
romantizmden daha ziyade bana burukluk hissiyatını yaşattı çoğu zaman Venedik.
Venedik’e
kadar gelmişken gondol sefası yapmadan dönmeden olmaz deyip şehrin birçok
noktasından hizmet veren gondollardan birine atıverdik kendimizi. Yine Rialto
Köprüsü’ne oldukça yakın bir kısımdan startını verdiğimiz tur için 80 Euro
ödedik. Ve öğrendiğimize göre en fazla 5 kişilik gruplar halinde yine aynı
fiyat karşılığında yarım saat süresince bu turları gerçekleştirebiliyorsunuz.
Fakat ben daha fazla zevk alınabileceği kanısına vardığımdan en fazla ikişerli
gruplar halinde bu deneyimi yaşamanızı tavsiye ederim. Sevgilisiyle gidenler
için biçilmiş kaftan olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. Şehrin
kalabalığından bir anlık da olsa uzaklaşıp daha net bir şekilde Venedik’le
kendinizi bütünleştirme şansı veriyor bu gondol turları.
Hatta diğer gondollarda bulunan insanlarla karşılaştıkça minik sohbetler yapma ve şansınız yaver giderse güler yüzlü bir gondolcu beyefendiye denk gelirseniz gülmekten karnınıza ağrılar girerek bu hoş turu sonlandırabilirsiniz. Bahsi geçen bu gondolcu beyefendiler aynı zamanda önünden geçtiğiniz yapılar hakkında küçük bilgiler de vermekten geri kalmıyor. Bize baya kafa bir gondolcu arkadaş denk geldi aslında. Hatta kendilerine bu işi yaparken "barcarolle" haricinde özellikle söyledikleri bir şarkıları olup olmadığını sorduğumda tam bir Avrupalı statikliğiyle onun için şu kadar ödeme yapmanız gerekiyor minvalinde açıklamalar yaptı.
Gondol turu fazla turistik bir aktivite olsa da Venedik’te yapılacaklar listesine kesinlikle eklenmeli! Ama siz ödemeyi yaptıktan sonra anında Ciao, Ciao diyebilirler hadi artık gidin diye. Bizim buradaki şark kurnazlığının Avrupa versiyonu. Ona takılmayın pek :) Bir de muhakkak pazarlık yapmayı deneyin. O konuda biraz boşluğumuza denk geldi bizim. Artık bir dahakine :)
Hatta diğer gondollarda bulunan insanlarla karşılaştıkça minik sohbetler yapma ve şansınız yaver giderse güler yüzlü bir gondolcu beyefendiye denk gelirseniz gülmekten karnınıza ağrılar girerek bu hoş turu sonlandırabilirsiniz. Bahsi geçen bu gondolcu beyefendiler aynı zamanda önünden geçtiğiniz yapılar hakkında küçük bilgiler de vermekten geri kalmıyor. Bize baya kafa bir gondolcu arkadaş denk geldi aslında. Hatta kendilerine bu işi yaparken "barcarolle" haricinde özellikle söyledikleri bir şarkıları olup olmadığını sorduğumda tam bir Avrupalı statikliğiyle onun için şu kadar ödeme yapmanız gerekiyor minvalinde açıklamalar yaptı.
Gondol turu fazla turistik bir aktivite olsa da Venedik’te yapılacaklar listesine kesinlikle eklenmeli! Ama siz ödemeyi yaptıktan sonra anında Ciao, Ciao diyebilirler hadi artık gidin diye. Bizim buradaki şark kurnazlığının Avrupa versiyonu. Ona takılmayın pek :) Bir de muhakkak pazarlık yapmayı deneyin. O konuda biraz boşluğumuza denk geldi bizim. Artık bir dahakine :)
Venedik
söz konusu olduğunda envai çeşit, olağanüstü tasarımlı, rengârenk, cıvıl cıvıl
maskelerden bahsetmemek olmaz. Aralarında uçurum olduğunu fark etmekte pek de
zorlanmayacağınız fiyat aralığında bulunan bu maskeler, hem anı mahiyetinde
satın almak isteyeceğiniz hem de daha artistik amaçlara hizmet etmesini isteyebileceğiniz
cinsten versiyonlarıyla birlikte ciddi bir seçenek sunuyor. Ama etiketteki
ibarelere dikkat etmekte fayda var. Çünkü çok ucuz maliyetli ürünün "Made
in China" ibaresi taşıması muhtemel. 3 Euro ila 1000 Euro arasında değişen
fiyatlarda bulabileceğiniz bu maskeleri zamanlama konusunda bir sorununuz
olmaması halinde Venedik Karnavalı’nda kullanarak arz-ı endam edebilirsiniz. Bu
meşhur maskeleri uygun kıyafetlerle kombin edip insanların dikkatini çekmek
isteyen birçok sokak sanatçısıyla da özellikle St. Marco meydanında
karşılaşabilirsiniz.
Vatikan’ın
dominant etkisini İtalya’nın tıpkı diğer şehirlerinde olduğu gibi Venedik
sokaklarında da görebiliyorsunuz. Kilise ve katedral gibi mabetlere
girebilmeniz için "dress code" kurallarına uymak zorunda
kalabiliyorsunuz. Konservatif bir Hıristiyan’la es kaza karşılaşırsanız
fazlasıyla katı olabileceğini göz önünde bulundurmanızda fayda var. Biz mesela
böyle bir tiple karşılaştık. Bu yüzden konservatif insanları gerçekten
sevmediğimi bir kez daha fark ettim. Ve yobazlığın hiçbir şekilde kültürü ya da
dini olmadığına bu vesileyle bir kez daha kanaat getirdim. Bence insanlar mabet
yerlerine (her dine özgü olanlardan bahsediyorum elbette) çok da abartmadıkları
sürece diledikleri kıyafetlerle girebilmeliler.
Bunu saygısızlık olarak addeden kafayı gerçekten anlamsız buluyorum. Sadece mimari kaygılarla da insanlar katedralleri, camileri, kiliseleri ziyaret edebilmeliler. Kimseden nüdizmin neferi olmasını beklemiyorum ama bu kadar katı ve konservatif olmanın da bir esprisi yok gerçekten. Hatta St. Marco’ya geçmeden önce yaşlı bir İtalyan’la bu yüzden münakaşa yaşadım diyebilirim. Şortuma gözlerini dikmiş bir şekilde –ki orası onun bakış açısına göre bir mabet niteliği dahi taşımıyor- İtalyanca bir şeyler geveleyip duruyordu ağzında. İngilizce iletişime geçmeye çalıştım fakat hiçbir şekilde anlaşamadık. Daha sonra yanında bulunan başka bir beyefendiye derdinin ne olduğunu sorduğumda aldırma ona kendisi delidir şeklinde yanıt verdi :) Muhtemelen nahoş şeyler söylediği için böyle bir yanıt verme ihtiyacı duydu. Ağustos ayında sıcağın ortasında ne giymemi bekliyordu acaba gerçekten merak ediyorum :) Konumuza geri dönecek olursak hem turist olarak hem de lokal olarak keşfetme şansınızın olduğu bu şehir, kaybolmaktan büyük keyif alan bünyeler için birebir. Tam bir labirent anlayışıyla kurulmuş, eskiden denizcilikle günümüzde ise nispeten romantizmle anılan bu sular altında kalmakta beis görmeyen şehir, sokaklarında kaybolmak üzere kucağını açmış sizleri bekliyor. Bütün yollar Roma’ya çıksa da Venedik’teki sokaklar müthiş bir levhalandırma sistemi sayesinde muhakkak St. Marco’ya ya da Gallerie dell’Accademia’ya çıkıyor. Minicik bir yön duygunuzun olması bile böyle bir deneyimi yaşamanız için yeterli.
Bunu saygısızlık olarak addeden kafayı gerçekten anlamsız buluyorum. Sadece mimari kaygılarla da insanlar katedralleri, camileri, kiliseleri ziyaret edebilmeliler. Kimseden nüdizmin neferi olmasını beklemiyorum ama bu kadar katı ve konservatif olmanın da bir esprisi yok gerçekten. Hatta St. Marco’ya geçmeden önce yaşlı bir İtalyan’la bu yüzden münakaşa yaşadım diyebilirim. Şortuma gözlerini dikmiş bir şekilde –ki orası onun bakış açısına göre bir mabet niteliği dahi taşımıyor- İtalyanca bir şeyler geveleyip duruyordu ağzında. İngilizce iletişime geçmeye çalıştım fakat hiçbir şekilde anlaşamadık. Daha sonra yanında bulunan başka bir beyefendiye derdinin ne olduğunu sorduğumda aldırma ona kendisi delidir şeklinde yanıt verdi :) Muhtemelen nahoş şeyler söylediği için böyle bir yanıt verme ihtiyacı duydu. Ağustos ayında sıcağın ortasında ne giymemi bekliyordu acaba gerçekten merak ediyorum :) Konumuza geri dönecek olursak hem turist olarak hem de lokal olarak keşfetme şansınızın olduğu bu şehir, kaybolmaktan büyük keyif alan bünyeler için birebir. Tam bir labirent anlayışıyla kurulmuş, eskiden denizcilikle günümüzde ise nispeten romantizmle anılan bu sular altında kalmakta beis görmeyen şehir, sokaklarında kaybolmak üzere kucağını açmış sizleri bekliyor. Bütün yollar Roma’ya çıksa da Venedik’teki sokaklar müthiş bir levhalandırma sistemi sayesinde muhakkak St. Marco’ya ya da Gallerie dell’Accademia’ya çıkıyor. Minicik bir yön duygunuzun olması bile böyle bir deneyimi yaşamanız için yeterli.
Bana
kalırsa Venedik için ayrılacak zaman dilimi en fazla 2 gün olmalı. İlk gün
eşsizliğiyle insanı büyülese de mahsur kalmış olma mefhumunu ileriki günlerde
yaşatabilir diye düşünüyorum ki bu pek bana göre değil açıkçası.
Çoğunlukla
Floransa, Milano ve Roma gibi güzergahların arasına eklenen bu eşsiz şehir,
sırf uğruna yazılan kitapların etkisini dokunarak, hissederek yaşamak adına bile
görülmeye değecek nitelikte bir destinasyon. Thomas Mann’ın da dediği gibi:
"Çünkü insan insanı, hakkında bir yargıda bulunamadığı sürece sever,
yüceltir; özlem, eksik tanımanın bir sonucudur." Belki de iz bıraktığımız
şehirler de bu cümleye dâhil edilebilir. Kim bilir?
Minik not: İtalyanları gömüp durdum yukarıdaki söylemlerimde ama bozuk bir food machine'den su almamız için bize yardımcı olmaya çalışan dünyalar tatlısı bir kadınla tanıştık. Fakat dil handikabı nedeniyle iletişime geçemedik bir türlü maalesef zira o İngilizce ve Fransızca kontak kuramıyordu biz ise İtalyanca :) Yine de nezaketin lisanı olmuyor tabii. Öperim buralardan kendisini! :)
Minik not: İtalyanları gömüp durdum yukarıdaki söylemlerimde ama bozuk bir food machine'den su almamız için bize yardımcı olmaya çalışan dünyalar tatlısı bir kadınla tanıştık. Fakat dil handikabı nedeniyle iletişime geçemedik bir türlü maalesef zira o İngilizce ve Fransızca kontak kuramıyordu biz ise İtalyanca :) Yine de nezaketin lisanı olmuyor tabii. Öperim buralardan kendisini! :)
7 Nisan 2016 Perşembe
ASMALIMESCİT’E TAZE KAN: 5 COCKTAILS & MORE
Alex’in Yeri, Finn Karaköy, Lucca gibi cocktail bar konseptinin başını
çeken mekanların yanına kısa süre önce bir yenisi daha eklendi. Eski Lokal’in
olduğu yere konumlanan 5 Cocktails & More, dekorasyonundaki minimal
çizgileri sayesinde kapıdan girer girmez sizi kendine çekiyor. Böylelikle taptaze meyve sularıyla alkolün birleşiminden doğan hazzı sevenler
olarak yepyeni bir alternatife de göz kırpmış oluyorsunuz. Bar bölümündeki
rengarenk ve envai çeşitteki alkol şişeleri ve barın üzerine konumlanan sevimli
ikonik aksesuarlar sıcacık bir atmosferle kaynaşmanızı sağlamakla birlikte
gerçekten evinizdeymiş gibi bir hissiyata bürünmenizi kaçınılmaz kılıyor.
Dekorasyonun sizi tavlamasıyla birlikte gözleriniz bir anlamda doyum
noktasına ulaşsa da kokteyllerin ihtiva ettiği tadım duygusunun lezizliği daha
mühim bir konu haline geliyor pek tabii. Kokteyl söz konusu olduğunda sert ve ekşi tatları seven bir insan olarak mekanın diğer ikonik aksesuarlarından biri olan Pink Alexander
tablosuna da hayat veren bol chilli soslu Pink Alexander’ı deniyorum ilk
olarak. Ve gerçekten en az düşündüğüm kadar lezizlikte bir kokteylle
karşılaşıyorum ki diğer seçenekler arasında hala favorim olmaya devam ediyor.
Yine acı ve ekşi tatları tercih eden biri olarak ikinci favorimin Cursed
Vespucci olduğunu söylemeliyim. Mango püresi ve chilli sosla yakalanan mükemmel
uyum beni fazlasıyla tatmin ediyor. Yoğun jalapeno tadının hakim olduğu bir
diğer ekşi seçenek ise Like It or Not oluyor benim için. Tatlılık oranı daha
yüksek olan kokteyllere şans vermek isteyenlere ise fresh kokteyl tanımının
hakkını veren Tropical Threesome’u, papatyanın ağızda bıraktığı farklı notaları
merak edenlere Daisy Martini’yi ve klasik rom tadını hali hazırda sevenlere ise
Incredible Rum’u tavsiye edebilirim. Zaten menüye baktığınızda seçenekler
arasında kişiye özel haute couture kokteyllerin de yer aldığını göreceksiniz.
Tamamen size özel bir kokteyl tatmak isterseniz birçok alkol seçeneği sizleri
bekliyor olacak. Hatta Serhat İleri’nin Aperitivo di Rosmarino adlı kokteyli
ile DBC Masters’da finale kalan 10 kokteylden birinin yaratıcısı olduğunu da
belirtmem lazım.
Pink Alexander'a karşı Pink Alexander içmek :) |
Kapılarını yeni açmış her mekanın sunduğu tatların, hizmetlerin yanı sıra size sunum yapan kişilerin tavrı ve güler yüzlülüğü de büyük önem taşır. Bu yüzden bartender arkadaşların gelen herkesle azami şekilde ilgilendiğini söylemek isterim. Öncelikle hal hatır sorup daha sonra nasıl bir damak zevkinizin olduğunu öğrenerek o yönde önerilerde bulunmaları çok takdire şayan. Hiçbir şekilde snob bir tavra sahip değiller ve mümkün olduğunca size uygun kokteylleri bulmak için yardımcı oluyorlar. Ve birkaç kez gittiğinizde sevmediğiniz alkol içeriklerini belirttiğinizde (mesela ben kesinlikle votkadan haz etmiyorum) muhakkak hatırlıyor ve dikkate alıyorlar ki bu bence müşteri olarak memnun kalmanızı sağlayan en önemli faktörü oluşturuyor. Umarım bu çizgilerini kaybetmezler. Sanırım bunda uzun yıllardır eğlence sektöründe olan Oben Budak ile Alexander Koko’nun etkisi büyük.
Çalınan müziklerin sizi rahatsız etmeyecek düzeyde olması ve zevkli
içeriklerden oluşması da büyük bir artı. Hafta sonlarını biraz es geçiyorum
elbette. Cumartesi günü özellikle müziğin volume’ü doğal olarak artıyor. Ama ben
daha çok iş çıkışı kokteyl yudumlamalık, keyifli sohbet etmelik halini sevdim
sanırım. Yine de uzun Cumartesi gecelerini başlatmak için güzel bir alternatif.
Asmalımescit civarına böylesine taze bir kanın gelmiş olması da biz kokteyl
severler için sevindirici bir durum. Mutlaka gidilesi ve müdavimi olunası!
22 Ekim 2015 Perşembe
İSTANBUL COFFEE FESTIVAL @HAYDARPAŞA GARI // 22.10.2015
Aylardır
beklediğimiz İstanbul Coffee Festival, dün itibariyle Haydarpaşa Garı’nda
startını verdi. Hem en son Puma Next Starts Now bahanesiyle uğradığım
Haydarpaşa Garı’yla hasbıhal edecek hem de kafein komasına girmek için sağlam
bir bahanem olacaktı. Her ne kadar büyük bir kahve fanı olmasam da kendime özgü
bir damak tadım elbette mevcut. Başlangıç noktası olarak da 1. peronu kendime
hedef bilip yola koyuluyorum marş marş!
Kurulan
standlar o kadar cezbedici ki sample olarak verilen ikramlardan bir onu alayım
dur bir de diğerini alayım diye diye yürüyüşümün tadını çıkararak kendimi
cookie’lerin, bisküvilerin, çikolataların kollarına atmakta bir beis görmedim.
Normalde de favorim olan İsveç markalı zencefilli Anna’s Ginger Thins’ten bir
tane atıveriyorum mideme ve çantama. İsviçre'nin bağrından kopup gelen Lindt marka çikolatalardan da tadımlık alıp bir an şeker komasına giriyorum sanıyorum.
Ama telaşa mahal yok! Tatlı olan her şeye bayılırım! :)
Haydarpaşa
Garı’nın girişinde ve festival boyunca da muhtemelen en dikkat çeken stant
sanırım sosyal medyada baya sükse yapan Breaking Bad konseptli Walter’s Coffee
Roastery oluyor. Henüz gitme fırsatını yakalayamadığım için bu festival
sayesinde ekibi yakalamış olmama baya seviniyorum bir an. Fakat uzun soluklu
bir gözlem yapmaksızın bir daha geri dönmek üzere standdaa çok da fazla vakit
geçirmemeye çalışıyorum. En azından o anda öyle olmasını planlıyorum. Başıma
saplanacak koca bir baş ağrısı henüz yakın planlarım içerisinde yoktu tabii o
esnada. Her neyse. Malumunuz
yabancı basında da fazlasıyla geniş bir yer bulan Walter’s Coffee Roastery’nin
kickstarter üzerinden desteklerimizi beklediğini söylemesek olmaz (https://www.kickstarter.com/projects/walterscoffee/breakingbad-inspired-coffee-lab-walters-coffee-roa).
Şans
kurabiyeleri ile herkesin dikkatini çekmekte pek de zorlanmayan bir diğer
stant da Forfun Şanslı Kurabiye’ye aitti. İçinde ihtiva ettiği manilerden kendi
payıma düşenler pek motive edici olmasa da çalışanlar çok yardımcı ve şeker
insanlardı. Benim favorim ise vanilyaya nazaran çilekli kurabiyecikler oldu.
Çileğe karşı koyamamamın da bu tercihim üzerinde büyük bir etkisi var pek tabii
:) Bayabilitesi olmayan bir karışıma sahip olduğu için şekerli kahveleri tercih
etmeyen benim gibi insanlar için tam bir kahve dostu bu fortune kurabiyeler!
Geleneksel
Türk kahvesi denilince ilk akla gelen marka olma konusunda baya avantajlı olan
Kuru Kahveci Mehmet Efendi’ye de uğramadan geçmiyorum. Hem Türk kahvesini çok
sevdiğimden hem de kendilerine özel bir vagon tahsis ettiklerinden olsa gerek
direkt kendimi vagonda otururken buluveriyorum. Yoğunluk sebebiyle kahveler Türk
kahvesinin ruhuna pek ters düşen şekilde makineler aracılığıyla hazırlanıyordu.
O yüzden bu haliyle tadını çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Yine de double
espresso’nun ardından içtiğim orta şekerli Türk kahvesinin baş ağrıma bir nebze
olsun iyi gelmesi çok işime yaradı doğrusu. Ayrıca festival katılımcılarına bir
adet fincan hediye etmekten de geri kalmadılar. Tam bir İstanbul beyefendisi
olduğunu ele veren diksiyonu ve outfit’i ile kendisinin tabiri ile "genç
bir hanım" olmam nedeniyle sırasını bana verme nezaketinde bulunan bey
amcaya da buradan selam ederim :)
Festival
kapsamında kahvenin yanı sıra organik ürün, yiyecek ve içecek satan birçok
stant da mevcuttu. Minik su yeşili arabasıyla dikkat çeken Plus Kitchen ile özellikle
detoks ürünleri ile dikkat çeken Aradolu beni tavlayanlar arasındaydı.
Aradolu’ya ait JUICO Yeşil’i denedim ve tam bir salata delisi olarak tadını
baya sevdim. Ayrıca ikram ettikleri bir diğer ürün olan haşhaşlı meyveli küpçükler
de pek nefisti. Ürünlerini sundukları arabayı eve alıp götürme isteği bünyemde
vücut bulmadı da değil hani. Naan Bakeshop’u da es geçmek istemem. Ürünleri çok
leziz gözüküyordu fakat hamur işine bir süre ara vermeliydim. Kendime verdiğim
sözü kısmen tuttum ama kurabiyelere ve çikolatalara karşı koyamadım. Pişman
değilim.
Standlar
arasında dolaşırken birçok sergiyi gezme şansım da oldu. Duvara yansıtılmış
illüstrasyon eşliğinde Haydarpaşa Garı’na ait bir tuvalin yer aldığı vagon ve
yine hemen aynı tren hattı üzerinde bulunan, birçok resmi bünyesinde bulunduran
vagon baya keyifli zaman geçirmeme neden oldu. 1. peronun sonunda da
workshop’lar gerçekleştiriliyordu. Kapasiteyle sınırlı olmakla birlikte bu workshop’lara
katılma şansınız da mevcuttu. Fakat o denli bir kahve aşığı olmadığımdan bu
kısmı gönül rahatlığıyla pas geçtim. Ama kendisini 3. dalga kahvesi konusunda geliştirmek
isteyenler için çok güzel bir seçenek.
Festival
bünyesinde düzenlenen yarışma alanında ise hummalı bir hazırlık süreci
mevcuttu. Çok kalabalık olmaması festivale bir es vermek için güzel bir seçenek
olabilirdi fakat Eva Simons ft. Konshens teklisi Policeman’i duyar duymaz
arkama bile bakmadan kaçtım resmen :) Hazır
müzik demişken festivalin katılımcılarından biri olan Babylon da elini boş
tutmayıp güzel kahvelere eşlik edecek güzel müzikler de biz festival severleri
tebessüm ettirdi. Karanlık yavaştan çökerken tatlı tatlı da yağmur yağarken
güzel insanlarla güzel müzik dinlemek de her daim sevdiğim şeyler arasında yer
almıştır. Fakat heyhat o baş ağrısı yok mu? Saatlerdir yakamı bırakmamıştı. Son
bir atak olarak Kronoptop standında şansımı deneyerek baş ağrısına çözüm
üretmeye çalışıyorum. Ağrı kesicimin olmaması büyük bir handikap oluyor benim
için. Acılık oranı tam kıvamında olan bir Americano beni bir nebze olsun
rahatlatıyor. Barista arkadaşa nasıl teşekkür ettiysem artık o da rica edip
durdu :) Sırada en fazla beklediğim yer de yine Kronoptop’a ait stant oluyor.
Bu kısmı es geçip bir yandan da farklı Türk kahvesi pişirme tekniğiyle meşgul
olan diğer bir barista arkadaşa gözüm ilişiyor. Hiçbir ağrı merakımı
gideremezdi, gidermemeliydi. Yeterince kahve içtiğime dair sinyali veren kalbim
ise beni bu zevki tatmaktan mahrum bırakmıştı. Alacağı olsundu. Ühü.
Artık
baş ağrımın dayanılmaz boyuta gelmesi nedeniyle gitme vaktimin geldiğini
hissederek çıkışa doğru ilerliyorum fakat hemen garın girişine konumlanmış Starbucks’ın
cupart çalışmalarına ve Milk Gallery & Design Store gibi aşina olduğumuz
oluşumlara ait sıra sıra dizili tablolara gözüm ilişiveriyor. Yeterince incelediğime kanaat getirip bir başka kafein
bayramını beklemek üzere evime doğru yol alıyorum. Home sweet home <3
KISA
KISA...
· Tam
bir masai savaşçısına bürünen Kenya’lı katılımcı, yerel kıyafeti dolayısıyla
festivalin en dikkat çekici ismiydi herhalde. Fazlasıyla uzun boylu olması (ki
burada mübalağa yoktur) ve cana yakın olması herkeste bir hadi fotoğraf
çektirelim havası yaratıyordu. Kendisiyle ayaküstü sohbet etme şansı buldum.
İstanbul’un mood’unu çok sevdiğini fakat festival sonrası İstanbul’u turlama
şansı olmadığını söyledi. Türkiye’ye ilk kez gelmesine karşın baya sevdiğini ve
ismini şu an hatırlayamadığım markanın bir nevi temsilcisi olarak Türkiye’yi
ziyaret ettiğini söylemekten de geri kalmadı. Baya eğlenceli birine benziyordu.
Tam Nayah’a götürmelik :) Festivalin en renkli simasıydı bence.
· 160.000
kahve çekirdeği kullanılarak 6 günde 6 kişi tarafından tamamlanan coffee art
öğesi araba ise baya popülerdi. Tamamen el yapımı olan bu çalışma (ki ben bu
konuda Drita Nalsela’nın yalancısıyım :p) benim pek de ilgimi çekmedi ama emeğe
karşı saygımız sonsuz tabii :)
· Festivale
katılan bütün markaların irili ufaklı bütün çalışanları (özellikle baristalar),
ayaküstü tanışma şansı yakaladığım diğer katılımcılar, görevli herkes inanılmaz
güler yüzlü ve tatlıydı. Normalde herhangi bir festivale gittiğimde muhakkak
bir terslik gelip beni bulurdu fakat bu sefer herkes çok cana yakın geldi bana.
Ya da ben denk gelmedim. Bundan da fazlasıyla memnunum.
· Garın
kendisine ait restoran baya eğlenceli gözüküyordu. Kahveden ziyade rakı içmeyi
tercih ederdim ama rakıyı aheste aheste içmeyi sevdiğim için festivali
keşfetmek daha cezbedici geldi.
· Festival
ile sevmediğim tek nokta ise herhangi bir ambülansın ya da mobil bir revirin
olmamasıydı. Ya da ben göremedim. Şayet ben göremediysem kendimi itinayla
kınıyorum :p Fakat ola ki bununla ilgili herhangi bir girişimde bulunmadıysa da
festival ekibini kınıyorum :) Tamam sonuçta gece kalmalı bir müzik festivali
değil belki ama şiddetli bir baş ağrısının bile o anki atmosferden biz nebze
olsun keyif almamanızı sağlaması çok nahoş bir durum.
· Envai
çeşit isteğin dile getirildiği dilek ağacı, yine kahve bardaklarının asılı
olarak sergilendiği ve yaratıcılığınıza kalmış bir şekilde renklendirdiğiniz
yapay bir ağaç ve her festivalin olmazsa olmazı olan photo booth da biz
katılımcıların ilgi gösterdiği noktalardandı.
· Katılımcıların eski
usul bir kahve değirmenini kullanan (hatta Drita Nalsela da el atmış bu duruma
fakat ben instagram’dan görme şansını yakalayabildim sadece. Sanırım bu olay
festivalin 1. gününün 1. seansında gerçekleşti.) profesyonel kahvecileri de görebilme şansı oldu.
· Son
olarak ise Blogger’ları davet etme nezaketini gösteren festival ekibine de
teşekkür ederim :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)