 |
17. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali Afişi |
Yılın son film festivali mottosuyla biz sinefillerin uzun yıllardır odak
noktasında bulunan Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali (eski adıyla Uluslararası
Sinema Tarih Buluşması) bu yıl 17. yılını kutluyor. Gösterim çizelgesine göre yapılan
hunharca ve hummalı bir film seçimi için tatlı bir telaşın hakim olduğu, film
sonrası iki lafın belini kırmalı konseptiyle gönlümüzü çelen Aralık ayının bu
nadide festivali, son yıllarda müdavimlerinin benimsediği ve daha çok festival
ruhuna yönelik olduğu su götürmez bir gerçek olan Beyoğlu Cinemajestic, Beyoğlu
Cinemaximum Fitaş gibi mekanları bu yıl es geçse de kış aylarının bu
sıkıcı günlerinde bizlere kucak açmaya devam ediyor. Hem Fransız Kültür
Merkezi’nin hala ayakta kalıp ücretsiz gösterimler için yıkılmaz bir kale görevi
gördüğünü belirtmeden de geçmeyelim. Ne de olsa bu zamana kadar A
Thousand Kisses Deep, My Week With Marilyn, Leones, Chained, Cherry, First
Winter, Black Bread, Piano gibi filmleri ve daha nicelerini Türkiye
sinemalarında ilk kez seyretmeme vesile olan festivalin bu seneki seçimleri de
benim açımdan olabildiğince ilgi çekici. Özellikle 15. Randevu İstanbul Film
Festivali’nde kendine yer bulan David Lynch’in kızı Jennifer Lynch’in elinden
çıkma Chained’in gösterim günündeki hava şartlarının trafik sorunsalı da göz
önüne alınarak ‘’kara girip çıkmak ve ıslak kalmamak adına otuz beş bin takla atmak’’ tandanslı olması sebebiyle söz konusu filmi ertelemeyen festival
ekibine ve inatla ve azimle filmi zikretmek adına salonda bulunan ve
olabildiğince ıslak takılan -ki burada ironi yoktur- taş çatlasa 10 kişiye
buradan selam ederim :)
Dünkü hava şartları bu kadar vahim olmasa da son 5 gündür bitmek bilmeyen
gribal enfeksiyonum sayesinde yaşadığım ‘’hasta olma’’ mefhumu dün gösterimi
yapılan The Texas Chainsaw Massacre’i kaçırmama engel olamadı. Zira birçok kez
remake filmi yapılmış olmasına karşın yönetmen koltuğunda Tobe Hooper’ı gördüğümüz
ve eleştirmenlerce en iyi işi olarak lanse edilen bu filmin 1974 yapımı
orijinal versiyonunu izlemekten mahrum kalamazdım. Hem de 40. yılını onore
etmek amacıyla yenilenmiş kopyası ayağıma kadar gelmişken bunu yapmam saçma
olurdu.
 |
Sally'ciğimin mevzu bahis üçlemesi :) |
Hollywood’un ve hatta Avrupa Sinemasının günümüze yönelik ve pek tabii
teknolojik öğelerin ve imkanların daha ağır bastığı olanaklar dahilinde çekilmiş
filmlerle nispeten daha eski tarihli bir filmi karşılaştırma saflığına
aldandığımızda bu durumun üzerimizde yarattığı etki korksam mı yoksa kahkaha
krizlerine girsem mi şeklindeki Araf’ta kalma durumuna fazlasıyla gebe. Üzülmeyin
ziyadesiyle gerileceksiniz hatta korkacaksınız. Zira bu filmdeki karakterler
öylesine gerçekçi bir şekilde realize edilmiş ki ilk sahneden itibaren polisin
son zamanlarda ayyuka çıkan mezar hırsızlıklarına ilişkin verdiği anonslar
eşliğinde tam bir
‘’cannibal’’ işi
olduğu 35.000 km uzaklıktan belli olan görüntü eşliğinde dahi rahatsız olmaya
başlıyorsunuz. Hatta filmin en şiddetli sahnelerinde karşımıza çıkan ve
neredeyse hiçbir repliği olmayan, buna karşın tam bir
‘’creepy’’ edasıyla gözlerimizi şenlendiren (!) Leatherface’i
canlandıran Gunnar Hansen’ın
bu konuda tam bir master olduğuna eminim :) Ve Sally Hardesty’i canlandıran Marilyn Burns’ün bu kadar senkronize ve periyodik bir
şekilde çığlık atabilme yetisini ayakta alkışlıyorum. Gerçi aynı şartlar
altında olsaydık çığlık atmak işin en gereksiz detayı olarak kalırdı herhalde
:) Yine de başına bela arayan gençlerin en talihsizi olan bu genç kızın bütün
kornea-iris-retina kombinasyonunu hiçbir ekipman kullanmaksızın detaylı olarak
görmemizi sağlayan yakın markajlı çekimleri 70’li yılların abartılı tercihine
bağlıyorum.
 |
Ha geldim ha geliyorum. Şaapma. |
Tartışmalı da olsa gerçek bir
hikayeye dayanmasından mı yoksa
slasher türündeki
filmlerin doğal ve aslında temel esasın doğrudan öldürme sorunsalına
odaklandığı yönünün abartısız ve bizzat olduğu şekilde hikaye edilmesinden mi
bilinmez ama bu filmin salt anlamda korku hissiyatını yaşattığı bir gerçek. Yoksa
oh bebeğim yine mi büyükbabalarının mezarını ve eski evlerini ziyaret etme
bahanesiyle yola çıkan, rahat batmış ve başına bela arayan, üstüne üstlük deli mikmiş*
gencecik insanların orman atmosferinde katledilmelerine dair bir film
izleyeceğiz deme cüretini gösterecek arkadaşlarınızın suratını Kirk’ün, Jerry’nin,
Franklin’in, Pam’in ve Sally’nin yaşadıklarıyla tokatlama şansınız olabilir.
Özellikle gün batımı esnasında Kirk’ün ve Pam’in testere ve buzluk kullanılarak
katledildikleri esnada ortaya çıkan seslerinin bahçedeki jeneratörün çıkardığı
sesle karışması salt korkuyu bünyenizde tetikliyor. Yine de son sahnede Sally’i
kurtarmaya yeltenen fakat başarılı olamayan tır şoförünün akıbetinin belli
olmaması, hatta Sally’nin yaşadığı şokun da etkisiyle tırın yol almasını
beklemeksizin anında tırdan inmesi ve ‘’aç kollarını bebeğim ben geldim’’vari
bir şekilde Leatherface’e atılması ve Sally’i nihai olarak kurtaran kişinin
azami bir sükunetle yoluna devam etmesi yukarıda bahsettiğim dilemma
sorunsalına takılan noktalardı. Filmin en psycho karakteri olan otostopçunun Sally’ye
ithafen dediği gibi
‘’We ain’t in no hurry, cause you ain’t going no place, ha-ha-ha-ha-ha!’’
 |
Alelade bir akşam yemeği |
Artık faal olarak öğrenci olmasam da
‘’Askıda Bilet’’ uygulamasının önceki yıllarda olduğu gibi devam ettiğini ve 11
Aralık Perşembe günü bizlere veda edecek olan festivalle ilgili ayrıntılı bilgilere
ise
http://www.randevuistanbul.com
adresinden ulaşabileceğini aklımıza itinayla kazıyalım.
*Kendisi güzel fiil de çevresi kötü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder